12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı zindanlarda başlayan direnişlerle asıl olarak hedeflenen dayatılan bu soy ve toplum kırım saldırılarına karşı bir direnç ve savunma hattı oluşturmaktı. Hem düşman saldırısının hem de bu saldırı karşısında direnenlerin savunmasının o kadar sert, çatışmalı ve ölümüne olmasının altında yatan böylesi bir gerçeklikti
Afşin Aybar
Eylül ayı, takvim sayfalarında son baharın ilk ayı olarak yer alırken, kimilerine göre ise mevsim kimliğiyle birlikte, doğa ve iklimsel yaşanmışlıkları ile anılır. Tabi bununla da sınırlı kalmaz. Bir de insanın, toplumun yaşadıkları, yaşamak zorunda kaldıkları vardır; bunlar da ona ayrı bir özellik katar. Hangi biçimde ve nasıl olursa olsun her yaşanmışlık doğada olduğu gibi; insanın, toplumun bilincine de kazılır, orada var olmaya devam eder. Edebiyata konu olur. Sanat onu olduğu yerden alır, işler; tarihe mal eder. İşin içine bilim, düşünce ve siyaset insanları, araştırmacılar, sosyologlar, psikologlar girer onlarda kendi cephelerinden ne katabiliyorlarsa onları ekler. Böylece insan ve toplum yaşamında; yıllar, aylar, günler, mevsimler hep var olur. Sadece bununla da kalmaz; kalıcılaşarak evren içinde de varlıklarını korur. O nedenle hiçbir kimse “yaşandı”, “oldu”, “geçti”, “şimdi yok” “bir şey kalmadı” demez. Bir gün hiç beklenmedik, umulmadık bir anda; “geride kaldığı”, “unutulduğu” sanılanla bir anda yüz yüze gelir ve “varım” der.
12 Eylül 1980 günü Türkiye’de yaşanan askeri darbe döneminde olup-bitenler de böyle bir anlam taşır. Aradan 45 yıl geçti, bilinçlerde bıraktığı anlam ve izle yaşamaya devam ediyor. Unutturulmaya, başka anlamlarla yüklü kılınarak çarpıtılarak tarih sayfalarına yerleştirilmeye, “kötü günlerdi” denilerek, anılarda kalması istenilse de o, ne ise hep öyle kalır.
Türkiye ve Kürdistan toplumunun tarihine, bilincine kaydolan Eylül ayındaki yaşanmışlıklar; 12 Eylül’ün neden olduklarıyla da sınırlı değil. Türkiye ve Kürdistan toplumlarının tarihi ve bilincinde farklı biçim ve anlamlarla yüklü olarak da yaşar. Unutulmaz, unutturulmazlar. İnsan ve toplum yaşamında, evrenin bir yerinde içinde var olurlar. 14 Temmuz 1982 yılında Diyarbakır zindanlarında başlayan Büyük Ölüm Orucu Direnişi Şehitlerinin şahadete ulaştığı Eylül günleri de bunu anlatır. Temmuz ayının kavuruculuğunda başlayan, insan bedeninin kuruduğu, bir deri bir kemik kaldığı Ağustos sıcağın da zindanın dip köşesinde/hücrelerinde; her anı, saati, günü işkence altında devam eden Büyük Ölüm Orucu Direnişi Eylül ayının 7., 12., 15., ve 17. Günlerine gelindiğinde yüklendiği anlamlarla, Kürdistan ve Türkiye toplumları tarihinde unutulması, unutturulması mümkün olmayan izler bırakır. İnsanlığın bilincinde anlam kazanır ve Kemal PİR, M. Hayri DURMUŞ, Akif YILMAZ ve Ali ÇİÇEK’in şehit düştükleri günler olarak; Eylül’ün sayfalarında yer alır, oradan da tarihe mal olarak sonrası yıllara taşınır.
İçerisinden geçmekte olduğumuz Eylül günlerinde, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişçilerini 43. şahadet yıl dönümde anmak, böylesine derin ve yüklü kılınan anlamlara, yenilerini eklemeyi gerekli kılar. Özgürlük Mücadeleleri tarihine “Ulusal Onur Günü” olarak geçen; 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin Kürdistan ve Türkiye toplumlarını bugünlere ulaştırmış olması da bunun tarihi ve ertelenemez bir görev olduğuna işaret eder.
12 Eylül 1980 darbesi Kürdistan ve Türkiye toplumlarına karşı işlediği büyük suçlarla anılır. Doğru olan da budur. Ancak 12 Eylül, hedeflerine tamamen ulaşmış değildir. Bu özelliği ile de her yönüyle amacına ulaşamayan bir darbe olarak kabul edilir. Onun böyle kabul edilmesini sağlayan da 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinde temsilini bulan Apocu Direniş çizgisidir. Mazlum DOĞAN, Diyarbakır zindanında tutulduğu hücrede 21 Mart 1982 gecesi “Üç kibrit çöpünü” yakarak bu çizgide ilk kıvılcımı çakar. O’nu 1982 yılının 17 Mayıs’ını 18 Mayıs’a bağlayan gece bedenlerini çıralaştırarak karanlığı aydınlığa kavuşturan Dörtler: Ferhat KURTAY, Mahmut ZENGİN, Necmi ÖNER, Eşref ANYIK izler. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu ise o günün koşullarında zindanlarda temsilini bulan bu direniş çizgisini dağlara taşır; gerillayı temsil eder.
Böylece büyük bedeller ödeme, şehitler verme pahasına da olsa onurla taşınan direniş bayrağı “başlar dik, alınlar ak” olarak, dağlarda dalgalanır. Bu başarıya ulaşılmasını sağlayan da 12 Eylül darbesini görerek, tedbirler geliştiren Önder APO olur. Eğer böyle bir gerçeklik olmasıydı, Kürdistan ve Türkiye toplumları ayakta kalarak özgürlük ve demokrasi mücadelesinin sahibi haline gelemezdi.
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle; Kürdistan ve Türkiye toplumlarının bir daha ayağa kalkarak, özgürlük ve demokrasi mücadelesine kalkışamaz bir hale getirilmesi hedeflenmişti. Bunun başarısı için ABD, NATO ve İMF olmak üzere uluslararası siyasi, askeri ve mali güçler TC. Ordusu’nun darbeci, faşist generallerine her türlü desteği vermişti. Hatta böyle bir başarıyı garanti altına almak için, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde hazırlıklar içerisine girilmişti. Bu hazırlıkların önemli bir ayağı olan sıkıyönetim ilanının, askeri, siyasal ve mali “düzenlemelerin”, “yasakların”, suikast, cinayet, katliam, sabotaj, provokasyon ve operasyonların, toplumun sindirilmesine yönelik doğrudan yapılan saldırıların; sosyalistlerin, devrimcilerin, demokratların zindanlara doldurmasının asıl nedenini oluşturan da buydu. Bu doğrultuda 12 Eylül 1980’e gelinceye kadar planlama kapsamında darbe öncesinde öngörülen ön hazırlıklar, büyük oranda tamamlanmış, sıra son noktanın konulmasına gelmişti. 12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe ile de son nokta konuldu.
Ancak bununla her şey tamamlanmış olmuyordu. Çünkü yapılan planlama içerisinde daha başka yapılacaklar da yer alıyordu; sıra onlara gelmişti. Kürdistan ve Türkiye toplumlarına dayatılan kırımın tamamlanması için; ilk adres olarak belirlenen de zindanlardı.
12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı zindanlarda başlayan direnişlerle asıl olarak hedeflenen dayatılan bu soy ve toplum kırım saldırılarına karşı bir direnç ve savunma hattı oluşturmaktı. 12 Eylül darbesi karşısında başlayan direnişler, fiilen olduğu kadar resmen böyle bir anlam ifade etti. Hem düşman saldırısının hem de bu saldırı karşısında direnenlerin savunmasının o kadar sert, çatışmalı ve ölümüne olmasının altında yatan böylesi bir gerçeklikti. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu ise yaşanan bu direnişin en üst düzeyde temsili oldu.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin generalleri de 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direniş öncüleri de bunun bilinciyle karşılıklı mevzilenmişlerdi. Ölümüne karşı karşıya gelinmesinin asıl nedenini oluşturan da bu gerçeklikti. Bu mücadelede orta bir yer yoktu. Bedel ödemeyi göze alan kazanacak ve direnişin sonucunu belirleyecekti. Yenilen; geleceğini kaybederken, geleceği kazanan; yenen olacaktı.
Büyük kayıplar verildi, bedeller ödendi: Kemal PİR, M. Hayri DURMUŞ, Akif YILMAZ ve Ali ÇİÇEK sarsılmaz bir inançla; çıplak bedenleriyle eşit ve adil olmayan koşullarda yürütülen bir mücadelede şahadete ulaştı. Ancak kazanan 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişçileri oldu. Ulaşılan sonuç bugünlere gelinmesini sağladı. Kürdistan ve Türkiye toplumları geleceklerini inşa etme kararlığı, iddia ve gücüne bu direnişle erişti. Bugün Kürdistan ve Türkiye toplumlarının geleceğinin doğrultusunun belirlenmesinde yön tayin edici bir anlama dönüştü. Takvim sayfalarında, son baharın ilk ayı olarak kabul gören, ilk günü Dünya Barışı’na adanan Eylül’ü, devrimci bir anlamla daha yüklü kıldı. Eylül’ün sayfalarında, içerisinden geçmekte olduğumuz günlerde 43.yıl dönümünü karşıladığımız 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direniş şehitlerinin yer almış olması da bunu gösterdi. Var olan bu anlam zenginliği Eylül’ü lanetlenen faşist bir darbeyle sınırlayan değil, soy ve toplum kırıma karşı direnişin yükseldiği bir ay olarak da anılır hale getirdi.
14 Temmuz’un “Ulusal Onur Günü” olarak tarihe mal olmasını sağlayan; 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direniş Şehitleri: Kemal PİR, M. Hayri DURMUŞ, Akif YILMAZ ve Ali ÇİÇEK şahsında, devrim şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz.