Depremlerde binalar yıkılıyor; madenlerde göçük, fabrikalarda patlamalar oluyor; trenler raydan çıkıyor, çarpışıyor; sel suları binaları, insanları yutuyor; yurtlar, hastaneler, eğlence merkezleri, oteller yanıyor insanlar ölüyor, hayatlar kararıyor… Yaşamını kaybedenlerden geriye büyük acılar kalıyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor ama! Felaketler, katliamlar, acıya uzaktan tanıklık edenlerin hafızasında kısa sürede silinip gidiyor. 50 binden fazla canı kaybettiğimiz, yüzbinlerce insanın halen barınma sorunu yaşadığı depremlerin üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden, depremde yitenler de halen barınacak bir çatı altı bulamayanlar da hafızaların derinliklerine çoktan gömüldü. Bu sürede ne sorumlulardan hesap sorulabildi ne de benzer bir depremde yaşanabilecekler için önlemler alındı. Deprem uzmanları bıkmadan usanmadan olabilecek depremler ve yaratacağı felaketler için uyarılar yapıyor ama etkililerin de yetkililerin de umrunda değil!
AKP iktidarında afetlerin felakete, felaketlerin katliamlara dönüştüğü vakalar birbirini izliyor. Güne katliama dönüşmüş yeni bir afetin haberiyle uyanmak ya da günü, her biri önlenebilir felaketlere/facialara öfkelenerek bitirmek, normalimiz haline geldi artık. Ölen sayısı iki elin parmaklarına ulaşmıyorsa iş cinayetlerinden, yangınlardan, trafik kazalarından haberimiz bile olmuyor, olsa da yoğun gündemimiz içinde kayda değer bir yer teşkil etmiyor. Etkili ve yetkililerin umursamaz olmaya iten bu kanıksama halidir belki de ya da “Ben ne yapsam hiçbir sorumlu hesap vermeyecek nasıl olsa” düşüncesidir bu kanıksamanın nedeni, kim bilir?
Deprem, yağmur gibi doğa olaylarını afete, felakete dönüştüren hatalı yapılaşma, düzensiz kentleşme gibi tamamen insan kaynaklı etkenler. Gerekli önlemler alınmadığında yaşananlar, yüzlerce, binlerce insanın yaşamına mâl olan katliamlar haline geliyor. Katliamla sonuçlanan felaketlerin ille doğa olayları olması da gerekmiyor. Gerçekleştiğinde “kaza” olarak adlandırılan pek çok vakanın faciaya yol açacağı bilindiği halde, önlemeye dönük gerekenler yapılmadığı için bu “kaza”ların -taammüden- zemini hazırlanıyor.
Peki, her seferinde sonuçları onlarca, yüzlerce cana mal olacağı bilindiği halde bu faciaları engellemek için önlemlerin alınmamasının nedeni nedir? Yanıt, faillerin akılsız, vurdumduymaz veya vicdansız olmasında mı aranmalı?
Değil elbette! Ne Soma’da 301 işçinin ölümüne neden olan maden sahibinin, ne yaptıkları konutlar on binlerce canın mezarına dönüşen müteahhitlerin ne de Bolu’da 78 kişinin yanarak can verdiği otelin sahiplerinin bir faciaya neden olup insanları öldürmek gibi bir niyeti yoktur elbette. Onların tek gayesi fazla, daha fazla kâr etmek, servetlerine servet katmaktır. Bu gayeye ulaşma yolunda çalıştırdıkları işçilerin de inşa ettikleri evleri satın alanların da otellerinde konaklayanların da yaşamının hiçbir önemi yoktur. Onlar güvenlik önlemleri için yapmaları gereken harcamayı “masraf” olarak görmüş ve en aza düşürmek istemiştir sadece!
Daha fazla kâr etmek için insan yaşamını umursamayacak kadar gözlerini karartmalarının, insanlığa yabancılaşmalarının nedeni içinde var olmaya çalıştıkları “kapitalist sistem”dir. Kapitalizmin yalın hali olan “serbest piyasa”nın tek bir kuralı vardır: En yüksek kârı elde ederek rakipler arasında en birinci olmak! Bu yolda her şey mübahtır.
Bugün birileri tarafından adeta kutsallaştırılan serbest piyasa ekonomisinin insanlığa verdiği zararları sınırlandırmak için yaklaşık yüzyıl önce (sınıf mücadelelerinin ve reel sosyalizmin de tehdidiyle) piyasayı devletin düzenlemesi ve denetlemesi yoluna gidildi. “Sosyal/refah devleti” olarak bilinen bu düzenlemelerle piyasa karşısında insanı koruyacak birtakım kurallar getirildi ve devlet, bu kuralları denetlemekle yükümlü kılındı.
Ancak 70’lerin başında kapitalist dünyada geçerli birikim rejimi haline gelen neoliberalizm, devletin düzenleyici ve denetleyici rolünün ortadan kaldırılarak serbest piyasanın yeniden geçerli hale gelmesini hedefledi. Türkiye, bundan tam 45 yıl önce 24 Ocak 1980’de açıklanan kararlarla neoliberalizmi benimsediğini ilan etti ve 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı ortamında bu politikaları uygulamaya başladı. Ancak tüm baskılara rağmen toplumdan gelen itirazlar ve toplumun tepkisini bastıracak bir siyasi iradenin oluş(a)maması nedeniyle neoliberal uygulamalar kurumsallaştırılamadı. Ta ki 2001 krizi ardından Kemal Derviş’in “15 günde 15 yasa” sloganıyla “Güçlü Ekonomiye Geçiş” adı altında neoliberal uyum programının yasal alt yapısını oluşturup, 2002 Kasım’ında AKP’nin iktidara gelerek bu politikaları sadakatle yaşama geçirmesine kadar.
AKP, iktidara gelirken üstlendiği rolü başarıyla(!) yerine getirdi ve 23 yıllık iktidarı boyunca neoliberal politikaları yasal düzenlemelerle ya da KHK’larla kurumsallaştırdı. Bu süreçte kâh AB üyelik sürecinin ardına sığınarak kâh OHAL düzeninde inşa ettiği otokratik düzende kullandığı baskı ve şiddet aygıtlarını kullanarak tepkileri sindirdi ve toplumda zorla rıza üretmeyi becerdi(!) ve neoliberal politikalar uygulanır hale geldi. Devlet de bu çerçevede dönüştü ve piyasayı denetleyerek işçilerin ve tüm yurttaşların -başta yaşam hakkı olmak üzere- tüm haklarını ve hukukunu korumak yerine, bunların sermayenin kâr gayesinin önünde engel oluşturduğu anlayışıyla tüm denetim işlevlerini bir kenara bıraktı. Böylece felaketlerin, katliamların da önü açılmış oldu.
AKP dönemindeki tüm felaket ve katliamlarda olduğu gibi Bolu Kartalkaya’daki otel yangınında da en basit güvenlik önlemlerinin bile neden dikkate alınmadığı ve devletin ilgili kurumlarının neden denetim yapmadığı -yani failin kim olduğu- sorusuna yanıt arayanların, 45 yıl önce 24 Ocak’ta başlayan ve 23 yıldır AKP’nin devletin tüm hücrelerinde geçerli hale getirdiği neoliberal dönüşüm sürecini de göz önünde bulundurmalarını öneririm.