Filler, fiziken dünyamızın yaşayan en güçlü canlılarından. Uzun yıllar savaşlarda, ağır işlerde çalıştırılan ve emeği sömürülen bu canlıların insanlar tarafından nasıl ehlileştirildiğine ilişkin çok çarpıcı ve acı anlatılar var. Kimi kaynaklar fillerin özellikle Hindistan’da geleneksel yöntemlerle ve esasen “sopahavuç” politikasıyla ehlileştirilip, terbiye edildiğini aktarıyor.
Rivayete göre, eski zamanlarda su yollarını takip eden fillerin geçiş güzergahı üzerine insanlar tarafından tuzaklar kurulurdu. Tuzağa düşürülen filler daha sonra hareket edemeyecekleri bir alana hapsedilerek şiddetle, korkuyla ve hatta işkence ile terbiye edilirdi. Siyah kukuletalı, “siyah elbiseli adamlar” tuzağa düşen filleri günlerce a̧c bırakır ve ba̧slarına, ÿuzlerine, kulaklarına, hortumlarına ve bacaklarına ̧celik kancalı ma̧salar ve ̧civili sopalarla i̧skence eder, ardından onları ̈ol̈ume terk ederdi. Fillerin ̈ol̈um, a̧clık ve korkuya kaŗsı direņclerinin bittĭgi noktada siyah elbiseli, siyah kukuletalı aynı “adamlar” bu kez “beyaz” elbiseler giyerek filleri tuzaklardan kurtarır, yaralarını tedavi ederdi. İyileşen filler, hayatlarını beyaz elbiseli “adamlara” borçlu olduğunu düşünür ve geri kalanında ömürlerini “beyaz elbiseli adamlara” kayıtsız̧sartsız itaat ederek geçirirdi. Hikaye bu ve bu hikaye sadece geçmişte kalmadı, halen aynı yöntemle filler terbiye ediliyor.
Pek çok kaynakta fillerin ehlileştirilmesine yönelik paylaşılan bu ve buna benzer anlatılar aynı zamanda toplumsal ilişkilerde inceltilerek sürdürülen korku siyasetinin, havuç sopa politikasının en ilkel yönlerini ortaya koyuyor. Son yüz yıllık cumhuriyet tarihi korku siyasetinin tarihi olarak şekillendi. Katliamlar, ölümler, baskı politikası insanı zorla, zorbalıkla yönetene karşı itaate zorlarken, aynı zamanda yöneteni de günü gelince imtiyazlarını, egemenliğini kaybetme korkusuyla canlı ve diri tuttu. Yönetenin korkusu, yönetilen üzerinde yaratılan korkudan daha fazla ve yoğun olduğu için teamüllerle “kardeş katli” vacip kılındı, şiddet ve kan dökülmesi meşrulaştırıldı. İnsani bir duygu olmasına rağmen, sistematik bir şekilde yaygınlaştırılan ve toplumsallaştırılan şiddet ve iradi müdahalelerle dolaşıma sokulan korku toplumsal çürümenin, yozlaşmanın en temel sebebi haline geldi.
Toplumsal yaşama dair gözlem yapan, gerçeği görmeye çalışan, devlet gerçeği üzerinde kafa yoran bütün düşünürler, filozoflar, yönetenin bu korkusuyla yapabileceği çılgınlıkları fark ederek, ona vicdan, erdem ve merhamet zırhı giydirmeye çalıştı ama nafile. Çünkü esas olarak yönetme hırsı insani duygulardan, erdemden, duygudan arınmanın başladığı yerde başladı. Yöneten bu duygulardan uzak kalabildiği yani esasen bir fil terbiyecisi haline gelebildiği oranda yönetici olmayı, yönetebilmeyi sürdürdü. Üstelik yaşadığımız topraklarda da fil terbiyeciliği yani, “şiddetle toplumu terbiye etme, itaate zorlama” meselesi “eşeğini kaybettirip buldurma” hikayesiyle mizahileştirildi, neredeyse şirin gösterilmeye ve kabullendirilmeye çalışıldı.
Öyle çok uzaklara, Hindistan’a, Afrika çöllerine giderek fillerin nasıl terbiye edildiğini anlamaya da gerek yok esasen. Yanımızda, yöremizde, en tepemizde; hasılı bütün coğrafyamızda, bunların sayısız örnekleri var. Topluma yaşattığı her türlü zulme, acıya, işkenceye karşılık günün birinde üstündeki elbiseyi değiştirdiğini ve aslında toplumu bu cendereden kurtarmaya aday olduğunu, toplumun yaralarını ancak kendisinin iyileştireceğini söyleyen ne çok kişi gördük. Kısa süre önce yeni parti kuran Ahmet Davutoğlu, en azından son 10 yıldır bu topluma yaşatılanlardan sorumlu olduğunu yok sayarak, adeta topluma “demokrasi, barış, özgürlük ve eşitlik” müjdelemesi “fil terbiyeciliğinden” başka ne anlama gelir ki? Arkadan başka gömlek değiştirenler, üstündeki kara elbiseleri çıkararak, beyaz elbise giyecek olanlar da gelecek. Daha önce milli görüş gömleğini çıkaranlarına tanık olmuştuk ve o elbise değişiminin nelere mal olduğunu bütün bir toplum olarak acı acı deneyimledik. Bir siyasi gelenek 17 yıl önce değiştirdiği gömleği bir daha değiştirmeyi taahhüt ediyor ve toplumun da bunu yemesini bekliyor. Bu beyan esasen sahibinin “fil terbiyeciliğinde” ne kadar mahir olduğuna işaret ediyor, toplumun fil hafızalı olduğuna inandığını ve buna güvendiğini gösteriyor.
Bu konuda fil terbiyecilerine güven veren çevreler var, itaat etmeye gönüllü kesimler bulunuyor. Yine de her şeye rağmen fil terbiyecileri korkuyor. Cem Küçük ve Mehmet Metiner’in dile getirdikleri korku bu gerçeğin ifadesi. Çünkü fil olarak görülen toplumların uyandıklarında yarattıkları değişimi biliyorlar, hiçbir toplumun ilelebet kendisine yaşatılanlara duyarsız kalmayacağının farkındalar. Bu filin yeterince terbiye edilmemiş olmasından korkuyorlar, üzerlerine geçirdikleri beyaz elbisenin altında duran o kara elbisenin fark edileceğinden çekiniyorlar. Haksız da değiller çünkü bu fil olarak görülen bu toplum elbette uyanacak ve hak edene hakkını teslim edecek.