Fransa, 2006’dan bu yana 10 Mayıs’ı ‘Kölelik ve Onun Kaldırılmasının Ulusal Anma Günü’ olarak anıyor. Bu adım, sömürgeci geçmişle yüzleşme yönünde bir adım olsa da, sürecin tamamen kapsayıcı ve derin bir hesaplaşmaya dönüştüğünü söylemek mümkün değil. Anma günleri ve resmi törenler sembolik anlam taşırken, köleliğin yarattığı kalıcı sosyal ve kültürel etkilerin gündelik yaşamda ve tarih anlatılarında tam olarak yer bulmuyor. Antilliler gibi kölelik mirasından doğrudan etkilenen toplulukların talepleri sayesinde bugün resmi olarak kabul görmüş olsa da, gerçek anlamda bir dönüşüm için daha fazla adım atılması gerekliliği su götürmez bir gerçek.
Bu önemli ay vesilesiyle Mayıs ayında Fransa ve eski kolonileri olan Kuzey Afrika ülkelerinde Nisan ayında gösterime giren Franz Fanon’un yaşamı ve mücadelesine bakan ve büyük tartışmaları beraberinde getiren Fanon filmini konuşmak istiyorum.
Tartışmaların temelini oluşturan farklı ayaklar var. Guadeloupe asıllı Fransız yönetmen Jean-Claude Barny’nin yazıp yönettiği Fanon filmi etrafında dönen tartışmalara bakmadan önce, bilmeyenler için psikiyatrist, devrimci ve dekolonyal düşüncenin en güçlü isimlerinden olan Fanon’un kim olduğuna kısaca bakalım.
Kısaca Fanon kimdir?
100 yıl önce 20 Temmuz 1925’te Fransız sömürgesi Martinik’te doğan Frantz Fanon, sömürgeciliğe karşı direnişi hem teorik hem pratik düzlemde kuran nadir entelektüellerdendir. Cezayir’de bir hastanede başhekimlik yaparken, sömürgeciliğin bireyler üzerindeki ruhsal etkilerini anlamaya çalıştı ve bu etkilerle başa çıkmak için sosyal psikiyatri yöntemlerini uyguladı. Ancak kısa sürede bireysel tedavinin, sömürge sisteminin baskısı altında mümkün olmadığını fark etti.
Fanon, Antiller’den gelen bir düşünür olarak, Avrupa merkezli bakışın dışına çıkmayı başarmış ve radikal bir anti-sömürgeci perspektif geliştirmiştir. 1956’da görevi bırakarak Fransız sömürgeciliğine karşı savaş başlatan Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne (FLN) katıldı; Tunus’taki sürgün hükümeti adına Afrika’yı dolaşarak diplomatik faaliyetlerde bulundu. Siyah Deri, Beyaz Maskeler ve Yeryüzünün Lanetlileri gibi eserleriyle, sömürgeciliğin beden ve zihin üzerindeki tahribatını ve devrimci şiddetin rolünü tartıştı. Fanon, 36 yaşında hayata veda ettiğinde, geride düşüncenin mücadeleye dönüştüğü bir miras bırakmış ve sömürgecilik karşıtı hareketlere ilham vermiştir.
Film Fanon’un Cezayir’de Blida’daki hastanedeki son yıllarından başlayıp istifa edip FLN saflarına katılmasından, son çalışması Yeryüzünün Lanetlileri’ni yazma süreci ve kan kanseri sonucu hayatını kaybetmesine kadar uzanan kısma bakıyor.
Film etrafında dönen tartışmalar
Belirttiğim gibi, film etrafında dönen tartışmaların temelini oluşturan farklı ayaklar var. İlk olarak Fransa merkezli önemli bir film yapım, dağıtım ve sinema salonları şirketi olan MK2’nün filme karşı olan tutumuna bakalım. Filmin yalnızca yetmiş salonda vizyona girmesi ve MK2 gibi büyük zincirlerin filmi göstermemesi, Fransa’daki sinema dağıtımı sistemine yönelik bazı eleştirileri beraberinde getirdi. Pek çok kişi bu durumu, sömürgecilik karşıtı bir figürün anlatısının bastırılması ya da kenara itilmesi olarak değerlendirdi. Sanatsal değerinden çok, bu tür hikâyelere dair sistematik bir sansürün varlığı tartışmaların merkezine oturdu. Başka sömürgeci karşıtı mücadeleleri fikirleriyle sulayıp yeşerten, dünyanın en çok alıntılanan düşünürlerinden biri hakkında yapılmış bir filmin sadece bir avuç salonda gösterilmiş olmasını sadece filmin kalitesiyle açıklamak zor gibi görünüyor. Başka bir deyişle, bu durum dolaylı bir sansür olarak da değerlendirilebilir.
Tartışmaların diğer ayağını ise Fanon’un temsili ve filmin doğrusal anlatısına yönelik eleştiriler oluşturuyor. Frantz Fanon’un filmin takip etmeye başladığı serüveni, bu psikiyatri hastanesinde başhekim olarak görevlendirilmesiyle başlar. Güneş görmeyen hücrelere kapatılmış, temel hijyen prensipleriyle bağdaşmayan ve insanlık dışı koşullarda bir nevi ölüme terkedilmiş bu insanlar, kolonyal gücün ezilenleri insanlıktan çıkararak nasıl kök saldığını ortaya koyan filmin etkili sahnelerinden birini oluşturur. Fanon’un insanları kelimenin gerçek anlamıyla gün ışığına çıkardığı bu sahneler, onun hem teorik hem de eylemsel düzeyde sömürgeciliğe karşı adadığı yaşamını tek bir anda etkili biçimde temsil ediyor.
Ancak esasında filmin toplamı, muadili olan pek çok biyografi filminden farklı bir yol denemiyor. Aksine, bu tür filmlerden aşina olduğumuz klişelere ve anlatı kolaylıklarına başvuruyor. Jean-Claude Barny’nin Fanon’u, merkezine yerleştirdiği karakteri bir süper kahraman gibi sunarak, sanki onun düşünsel ve politik karmaşıklığının ve kişisel yaşamının içini kurcalamak yerine ancak yüzeyine bakabiliyor.
Yan karakterler, örneğin Fanon’un eşi, Alice Cherki; işkenceci Fransız şef ve karşıt karakter olan Roland, zayıf bir şekilde çizilmiş; anlatıyı ileri taşımak dışında işlevi olmayan figürler olarak kalıyorlar. Oysa Cherki, Fanon’un mücadelesinin yalnızca destekçisi değil, aynı zamanda bir öznesi, parçasıdır; ancak bu gerçek filmde neredeyse hiç yer bulmuyor ve bu ortaklık kör alanda bırakılıyor.
Yanı sıra, filmin Fanon’un yaşamını tanıtmak açısından önemli bir giriş noktası sunduğunu düşünüyorum. Fanon, yoğun duygusal katmanlar ve çarpıcı imgelerle örülü ama zaman zaman erişilmesi güç bir üslupla yazmasıyla bilinir. Barny ise bu metinleri daha sindirilebilir alıntılara dönüştürerek, belki de izleyiciye kolayca ulaşmayı hedefler. Fanon, düşünürün fikir ve yaşamını beyaz perdeye taşıma konusunda bir denge kurar. Belki de Barny’nin hedefi, Frantz Fanon’un adını artık yalnızca akademi çevreleri ve aktivistler değil, daha geniş izleyici gruplarının da duymasını sağlamaktır.
Tüm eksiklerine rağmen, Fanon filmi Fransa’nın sömürgeci geçmişiyle yüzleşme konusunda yeni bir tartışma alanı açtı. Film, Fanon’un mirasını kitlelere taşırken, bu mirasın nasıl temsil edildiği ve neyin dışarıda bırakıldığı üzerine de eleştirel bir düşünmeyi teşvik ediyor. Bu yönüyle, yalnızca bir biyografi filmi değil, Fransa’daki hâkim tarih anlatılarıyla hesaplaşmanın da bir parçası haline geliyor.
Fanon’un hayaletini Fransa’nın kolektif hafızasında yeniden dolaşıma sokan bu film, tam da bu yüzden yadsınamayacak bir önem taşıyor.