GAP ile gelmeyen su, GES’lerle işgal edilen topraklar; halkı kendi toprağında yaşayamaz hale getiriyor. Değişen sadece kullanılan kavramlar. Değişmeyen ise göç, yoksullaşma ve kültürel kopuş
Başak Sarıdal
Sorunlar ne kadar büyüyüp, derinleşirse o derece de çözüme yakınlaşıp, çözme kıvamına gelir. Yıllardır süren bu zihniyet artık çözümlenmeli.
Yaklaşık yarım asırdır Kürdistan coğrafyasında, özellikle de Urfa’da, farklı dönemlerde farklı isimlerle yürütülen ama özü hiç değişmeyen bir politika işliyor: zorunlu göç. İktidarlar değişiyor, söylemler yenileniyor; kimi zaman “güvenlik”, kimi zaman “kalkınma”, bugünlerde ise “yenilenebilir enerji” etiketi ile sunuluyor. Fakat sonuç hep aynı: Halk, toprağından, kültüründen, yaşam biçiminden koparılıyor.
90’larda bölge, “güvenlik” adıyla yürütülen sert politikaların hedefiydi. Bir kesime silah verilerek koruculuk dayatıldı, bir kesimin toprağı şirketlere peşkeş çekildi; bu düzenin içinde yer almak istemeyenler ise göçe zorlandı. 2000’lerde bu kez “kalkınma” söylemi öne çıktı. Barajlar, HES’ler, GAP… Suya kapak vurmak, aslında insanların yaşamına kapak vurmak anlamına geliyordu. 2010’lardan sonra sahneye GES’ler çıktı: “yenilenebilir enerji” adı altında, bölgenin geniş tarım arazileri, mera alanları, koçerlerin konakladığı otlaklar birer mekanik santrale dönüştürülmeye başlandı. Değişen sadece kavramlardı; değişmeyen ise göçtü.
Urfa da yani Ortadoğu’nun prototipi üzerinde denenen politikalar
Bu politikaların en fazla etkilediği kentlerin başında Urfa geliyor. Urfa, hem Ortadoğu’nun politik sarsıntılarının hissedildiği bir hat üzerinde yer almasıyla hem de çok kimlikli yapısıyla adeta prototip bir laboratuvar.
Farklı etnik ve inanç kimliklerimi barındıran bu coğrafyada Kürt, Türk, Arap, Ezidi, Müslüman, Alevi, Türkmen…
Binlerce yıllık insanlık tarihinin bütün renkleri bu topraklarda iç içe yaşamış. Ancak tam da bu çeşitlilik, dönem dönem farklı politikalar aracılığıyla çatışma zemini olarak görüldü. 90’larda kültürel çeşitlilik “güvenlik riski”, 2000’lerde “kalkınmanın önündeki engel”, 2020’lerde ise “enerji projelerinin meşruiyet gerekçesi” gibi ele alındı. Bu politikalar halkı göçe zorladı. Böylece Urfa halkı hem ekonomik olarak yoksullaştı, hem de kendi tarihsel kültürel varlığından uzaklaştırıldı.
Bu politikalarla tarih tekerrür mü ediyor?
Bugün GES’ler ve mekanikleşen arazi düzeniyle yürütülen politikalar, birçok insana 90’ların korku dolu göç dalgalarını hatırlatıyor. Çünkü 1990’larda boşaltılan köyler yalnızca fiziki mekân değildi; toplumsal hafıza, kültür, üretim biçimi ve ekonomik yapı da parçalanmıştı.
Köyünden koparılan insanlar kent varoşlarına itildi. Suyu olmayan, elektriği olmayan gecekondularda yaşam kurmaya çalıştılar. Bu durum ekonomik ve psikolojik travmalar yarattı; toplumun dokusu zedelendi.
2000’lere gelindiğinde bu kez “kalkınma” adıyla yeni bir göç dalgası ortaya çıktı. GAP’ın devasa barajları Fırat’ın doğal akışını durdurdu. Hilvan, Bozova, Siverek ve birçok köy sular altında kaldı. Toprakla birlikte tarih de gömüldü. Nevalê Çori gibi dünya arkeolojisi açısından büyük değer taşıyan alanlar su altında bırakıldı.
GAP hâlâ tamamlanmadı. 32 yıl geçti ama su hâlâ toprağa ulaşmadı; buna karşılık binlerce insan topraktan koparıldı.
2020’ler: GES’lerle mekanikleşen coğrafya
2010’lardan itibaren tarım alanlarına, meralara ve hayvancılık bölgelerine güneş enerjisi santralleri yerleştirildi. Bu durum: Toprağın işlenmesini zorlaştırdı, hayvanların doğal beslenme alanlarını yok etti, koçerlerin göç yollarını ve konaklama alanlarını daralttı, ekolojik dengeyi sarstı, toprak-sıcaklık ilişkisini bozarak kuraklığı artırdı, yağışlarda suyun toprağa sızmamasından kaynaklı sel ve erozyonları tetikledi, yeraltı su seviyelerini düşürdü. Sonuçta tarımdan kopan insanlar yine göçe zorlandı. Urfa gibi tarım potansiyeli yüksek bir kentte bile halk geçinemez hale geldi.
Urfa: Ekolojik dengenin mozaiği olmasına rağmen göçe mahkûm
Oysa Urfa, coğrafyası itibarıyla bir ekolojik zenginlik alanı: Fırat Nehri, geniş pamuk, mısır, pirinç, biber, fıstık, üzüm, incir ovaları, engebeli hayvancılık bölgeleri, güneş alan yüzlerce kilometrelik plato…Bu potansiyel birkaç şirketin çıkarına mekanik alanlara dönüştürülürken, yerel halk bu topraklarda yaşayamaz hale getiriliyor.
Su gelmedi, toprak gitti; halk yine göçe zorlandı
Bugün ortaya çıkan tablo tek bir cümlede özetlenebilir: GAP ile gelmeyen su, GES’lerle işgal edilen topraklar; halkı kendi toprağında yaşayamaz hale getiriyor. Değişen sadece kullanılan kavramlar. Değişmeyen ise göç, yoksullaşma ve kültürel kopuş.









