Gazeteci Pakrat Estukyan, Ermeni Soykırımı’nın temel parametrelerini gazetemize anlatı:
24 Nisan 1915 simgesel bir başlangıç tarihi. Ama onun ötesinde yıllar sürmüş bir süreç. Ve sadece Ermeniler de değil, Ermenilerle birlikte Êzidîlerin, Ermenilerle birlikte Süryanilerin, Ermenilerle birlikte Pontusluların soykırımı. Bu sürgünden, tehcirden hepsi nasibini aldı. Daha doğrusu proje şöyleydi, Osmanlı topraklarını Müslümanlaştırmak. Önce Müslümanlaştırdılar, sonra da yüzyıllık bir zaman içerisinde Türkleştirdiler
Hüseyin Kalkan
Soykırımların tipik özelliğidir. Önce lider veya liderlik yapabilecek kadroyu hedef alır. Yazan-çizen, dünyadan haberi olan ve dünyanın diğer halkları ile ilişkisi olan bu aydın ve entelektüel kesimdir. Bunlar susturulursa işlerini sessiz sedasız görebileceklerdir. Bu güdü ile olsa gerek tehcir İstanbul’da başlar. Ermeni aydınları, yazarları, siyasetçileri bir gecede toplatılır ve bir bilinmeyene sürgün edilir. Batı ülke elçiliklerine bunların bir süre sonra geri dönecekleri bildirilir. Oysa çoğu yolda öldürülür. Birkaç kişi geri dönebilir. Bunlardan rahip ve müzisyen Gomidas Vartabed örneğinde olduğu gibi gördüğü işkenceden dolayı bir daha kendine gelemez.
Ermeni gazeteci ve yazar sevgili Pakrat Estukyan ile soykırımı konuştuk. Estukyan, Ermeni Soykırımı’nın aynı zamanda bir Êzidî, aynı zamanda bir Süryani, aynı zamanda bir Pontus Soykırımı olduğunu söylüyor.
Estukyan, 24 Nisan’ı ve sürgünün neden İstanbul’da başladığını şöyle anlatıyor:
“Toplumun aydın kesimini toplayarak herhangi bir örgütlemeye girişmelerini engellemeye çalıştılar. Burada gözaltına alınan insanlar toplumun önde gelen insanlarıydı. Aralarında siyasetçiler de vardı, aydınlar, yazarlar, gazeteciler, edebiyatçılar vardı. Onları gözaltına alarak bir anlamda toplumu öndersiz bırakmaya çalıştılar. Kamuoyu oluşturma gücü olan insanlardı bunlar. Uluslararası arenada tanınan siyasetçiler, Osmanlı kamuoyunun tanıdığı isimler vardı aralarında. Bu her zaman öyle olmuştur. Önce önderlik edebilecek insanlar toplanmıştır. Toplum sessiz bırakılmıştır. Herkesin tanıdığı insanlardı gözaltına alınan insanlar. Bir kısmı uluslararası ölçekte de tanınan isimlerdi. Örneğini Rahip Gomidas. Milletvekilleri, siyasetçiler… Evet, yayıncılar, gazeteciler, hekimler, öğretmenler, şairler… Örneğin Krikor Zohrab bunlardan biridir. Krikor Zohrab, Meclis-i Mebusan’da çok önemli bir simadır. İlerici, emekten yana, zamanın devrimci ideolojileriyle donatılmış. Aynı zamanda İttihatçılarla bilhassa Talat Paşa’yla kişisel ahbaplığı olan, birlikte tavla oynadıkları bir adamdır Krikor Zohrab. O da tehcir yollarında hayatını kaybetmiştir. Savaş, soykırıma uygun bir zemin hazırladı. Ortalık toz duman, kimsenin gözü hiçbir şey görmüyor. O hengamede, o savaş ortamında bunu hayata geçirebildiler. Aslında ben düşünüyorum ki bu daha öncesinde de tasarlanmış bir şeydi.”
Abdülhamid’e karşı birlikte
Pakrat Estukyan, soykırıma giden süreçte Ermeni siyasetçilerin ve partilerin tutumunu da değerlendiriyor. Bazı Ermeni partilerin yaklaşan tehlikeyi görmediğini belirtiyor. Estukyan, şunları söylüyor:
“Ermeni siyasetçilerin en büyük açmazı, en büyük yanılgısı, özellikle Taşnak Partisi’nin İttihat-ı Terakki ile dirsek temasında olan Taşnak Partisi’ydi çünkü. Onların o dirsek temasının arka planında Kızıl Sultan’ı devirme ülküsü vardı. Hem İttihatçılar hem Ermeniler Kızıl Sultan’a karşıydılar. Onu devirmek anlamında da birbirlerine çok yakınlaştılar, iş birliği yaptılar. Fakat onu devirdikten sonrası için ikisinin farklı tahayyülleri vardı. Taşnaklar Osmanlı’nın bekası için uğraşırken İttihatçılar Osmanlı’nın iyileşmeyeceğini, Batılıların hasta adam diye tanımladıkları Osmanlı’nın iyileşmeyeceğini görmüşlerdi. Ermeniler yani daha doğrusu Taşnaklar bunu göremediler. Taşnaklar Osmanlı’yı kurtarmak, Osmanlı’yı canlandırmak ve Osmanlı içerisinde de bazı haklar tanınmasını sağlamak için mücadele ettiler. Bu bugünkü siyasetle de çok örtüşen bir yanılgı. Halbuki o dönemde Hınçak Partisi aynen Balkanlardaki milliyetçi hareketler gibi Osmanlı’nın yok olacağını gördü ve bu yıkıntıda biz bağımsız bir Ermenistan kurabilir miyiz düşüncesini geliştirdi. Bunu sağlayabilirler miydi? Bunu sağlasalar ne kadar dört başı mamur bir Ermenistan olurdu? O tartışılabilir, çok tartışılabilir ama Taşnaklar bu yolu hiç benimsemediler. Bu yolu maceracılık olarak nitelendirdiler ve bir gerçeklik daha var ki İstanbul burjuvazisi Osmanlı içerisinde iyi bir konumdaydı. Onlar o iyi konumlarından da feragat etmek istemediler. Dolayısıyla Osmanlı’daki reformlarda varlıklarını sürdürmeyi tercih ettiler. Ama iş birliği yaptıkları Türk dostları Osmanlı’nın iflah olmayacağını görmüşlerdi ve onlar Osmanlı ile savaşa gittiler. Yani Mustafa Kemal, Osmanlı’ya bayrak açtı. Osmanlı mütareke imzalamışken, İngilizlere teslim olmuşken Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan sonra Sivas ve Erzurum kongreleriyle başka bir hareket başlattı ve 1920’de zaten Meclis’i kurdu.”
Balkan Savaşı
Balkan Savaşı ve bu savaşta alınan yenilgi ve kaybedilen İmparatorluk topakları bilinçli bir şekilde bir travma nedeni haline getirildi. Balkanlarda kaybedilen topraklar ‘kayıp vatan toprakları’ olarak lanse edildi. Oysaki bu topraklar kılıç zoru ile işgal edilmiş, insanları köleleştirilmiş, kadınlar padişahın haremine cariye yapılmıştır. Bu halklar ayaklanınca ve topraklarını kurtardıkça bunlar vatan toprağı olarak lanse edilmiş, bu toprakları tekrar işgal etmek için kampanyalar düzenlenmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin daimi iktidarı için bahane yapılmıştır. Estukyan, Balkan Savaşı’nı ve sonrasını şöyle anlatıyor:
“Türkiye’de her şeyi bir tersten algılama, anlama modu vardı. Örneğin Balkan bozgununu vatan topraklarının kaybı olarak zanneden bir milliyetçilik var Türkiye’de. Halen Kemalist, Cumhuriyetçi, Ulusalcı insanlar Osmanlı’yı bununla eleştiriyorlar. Bilmem kaç kilometrekare vatan toprağı kaybettiklerini söylüyorlar. Meseleye bir tersinden bak, bir Bulgar’ın gözünden, bir Macar’ın gözünden, bir Yunan’ın gözünden, bir Sırp’ın, Makedon’un gözünden bak. O onu bağımsızlık savaşı olarak görüyor. İşin gerçeği de bu. Bulgarların ülkesini gitmiş işgal etmişsin, sonra da vatan kaybı. Ne vatan kaybı? O senin vatanın değil, o senin işgal ettiğin bir yer. Sen Viyana’ya kadar giderken yol üstündeki bütün o ülkeleri zaten işgal etmişler. Ama Türkçe’de, Türkiye’de ya da Türk zihniyetinde fetih dediğin şey meşhurdur. Şimdi bugün ben bir İngiliz ile karşılaştırsam, desin ki Hindistan ecdat yadigarıdır da böyle aptalca bir lafı hiçbir İngiliz etmez. Ama her Türk Balkan ülkeleri için ‘Ecdat yadigarı topraklar’ diyor. Şam için ecdat yadigarı. Ne ecdadı? Senin Şam’da ne işin vardı? Ta Suudilerin ülkesine kadar gidip oraları işgal etmişsin, sonra da bu işgali meşru görüyorsun. En son çok daha yakın tarihten önce Kıbrıs. Sen gitmiş Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuzeyde işgal etmişsin. Senin o işgalin meşru olacak ve gayri meşru olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni temsil eden yönetim için de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi diyeceksin. Sonra da Orta Asya Cumhuriyetleri’ne laf edeceksin ki niye tanıdınız? Ya meşru olan bir ülkeyi tanıdılar. Kuzey Kıbrıs’ta meşruiyetin yok. Kerameti senden menkul. Bir sen tanıyorsun orayı bağımsız devlet olarak. Yani anlayışlar, algılar çok değişik. Bütün bunlarla ulusal düşmanlıklar kullanıldı.”
Tehcir ve soykırım iç içe
Türk tarihçiler hâlâ yaşananın bir soykırım değil, savaşın gerektirdiği bir tehcir olduğunu söylemekte ısrar ediyorlar. Estukyan, tehciri ve soykırım ilişkisini şöyle açıklıyor:
“Tehcir ve soykırım iç içe geçmiş iki olgu. Öncelikle bütün yerleşimlerde, Anadolu’da erkek nüfus olduğu yerde imha edilir. Tehcir kafilelerinde 25-40 yaşında erkeğe rastlamak mümkün değil. 45-50 yaşında erkeğe de rastlamak mümkün değil. 60 yaş üstü yaşlılar, kadınlar ve çocuklar. Tehcir kafilelerinin prototipi böyle bir şey. Erkekler oldukları yerde imha edildiler. O yüzden sadece tehcir değil, hem soykırım hem de tehcirdir. Geriye kalan o kafileler ise sistematik olarak çete saldırılarıyla zaten birebir kırıldılar. Çok azı Derzor’a kadar ulaşabildi. Çok küçük bir azınlık oldular. Kaldı ki onlar da orada Çeçen çetecilerin baskınlarıyla ağır zayiatlar verdiler. Yani yıllar sürmüş bir süreç bu. 24 Nisan 1915 simgesel bir başlangıç tarihi. Ama onun ötesinde yıllar sürmüş bir süreç. Ve sadece Ermeniler de değil, Ermenilerle birlikte Êzidîler, Ermenilerle birlikte Süryaniler, Ermenilerle birlikte Pontusluların soykırımı. Bu sürgünden, tehcirden hepsi nasibini aldı. Daha doğrusu proje şöyleydi, Osmanlı topraklarını Müslümanlaştırdılar. Önce Müslümanlaştırdılar, sonra da yüzyıllık bir zaman içerisinde Türkleştirdiler. Buna çok tipik bir örnek Hemşinlilerdir. Hemşin coğrafyasında yaşayan insanlar günümüzden 350 yıl kadar önce topluca Müslümanlaşmıştı. Ama aralarında Müslümanlaşmaya direnen Hemşinliler de vardı. Bunlar 1915’e kadar Müslüman veya Müslüman olmayan olarak Hemşin diliyle, Ermeni diliyle varlıklarını sürdürdüler.”
Sosyalizm ve milliyetçilik
Estukyan, Türk tarihçilerin ve Türk devletinin üstünden bunca yıl geçtiği halde soykırımı kabule ve özüre yanaşmamalarının nedenlerini açıklarken şunları belirtiyor:
“Soykırımı kabul ederlerse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş şartlarını tartışmaya açmış olacak. Bunu hiç kimse istemiyor. Halen Türkiye’de kuruluş savaşı, Mustafa Kemal’in kurucu önder vasfı birer kuruluş mitidir. Bu mit alt-üst olabilir. Bunu hiç kimse göze alamaz. Yani bunu dinci kesimi temsil eden siyasetçiler de göze alamaz. Milliyetçi kesimler de göze alamaz. Milliyetçilikle barışık olmaya çalışan CHP gibi sol kesimler de göze alamaz. Hatta birçok sosyalist de göze alamaz. Ben zaten sosyalist kelimesini Türkiye’de çok tartışmalı buluyorum. Çünkü sosyalizmin özü enternasyonalizmdir. Ama Türkiye’de milliyetçi bir sosyalist anlayışı var. Sosyalizmi bir milli kalkınma modeli olarak algılayan bir anlayış var. Dolayısıyla o kesim de göze alamaz soykırımı kabul etmeyi ve özür dilemeyi.”
Bir daha hiç konuşmadı
Pakrat Estukyan, İstanbul’dan bir bilinmeze sürgün edilen 250 Ermeni aydını arasında bulunan rahip ve müzikolog Gomidas Vartabed’i anlatırken büyük bir kültür alanı açılıyor önümüze, bir müzik alanı. Gomidas, sadece Ermeni müziğine değil, Türk müziğine, Kürt müziğine hatta Alman müziğine katkılarda bulunan uluslararası bir müzik insanı. Estukyan, ezanı bile notaladığını söylüyor. Külliyatında buna da rastlanmış. Bir kısmı uluslararası ölçekte de tanınan isimlerdi. Estukyan şunları anlatıyor Gomidas ile ilgili:
“Rahip Gomidas uluslararası arenada tanınan biriydi. O bir din adamıydı. Onun önemi din adamı olmanın dışında etno müzikolog olarak tanınmasıydı. Ermeni halk müziğini dünyaya tanıtan isimlerden biri olmuştur. Yaptığı seyahatlarda 3 bin halk türküsünü derlemiş ve notalandırmıştır. İlginçtir, o müzikler bilinir ama Gomidas’ın derlediği, notalandırdığı bilinmez. Gomidas erken bir tarihte ayrı bir Ermeni müziği olduğunu ortaya koymuştur. Türk müziğine de, Kürt müziğine de katkıları olmuştur. Duyduğu her müziğe, her ezgiye olağanüstü ilgisi olan bir insandır. Bu insan bulunduğu yerde bir ezan okunduğunda ezanın makamını da notaya geçirebilen biridir. Külliyatında ezana da rastlandı. Kürtçe halk türkülerine rastlandı, notalandırılmış çok sayıda Türkçe eser çıktı külliyatından. Bu Türkçe eserlerin bir kısmı özgün beste, bir kısmı uyarlama, daha doğrusu bilinen şarkıyı notaya geçirmiş sadece. Aynı şeyi Almanca için de yapmış. Almanya’da eğitim gördüğü sırada o dönem hangi Alman şairlerinin eserlerini bestelemiş, onlar da ayrı bir kitap olarak yayınlandılar ‘Gomidas’ın Almanca Besteleri’ diye. Yani her sese karşı son derece duyarlı bir insandı. Ama orantısal olarak eserlerinin çok büyük bir kısmı Ermeni halk müziği ve Ermeni dini müziğini kapsıyor. Kiliselerde okunan ilahiler, onların çok seslendirilmiş arajmanları, hem de halk müziği ezgiler Gomidas tarafından bestelenmiştir. Bunların büyük bir kısmı vokal üzerine yani solistlerin söylemesi üzerine, önemli bir kısmı dört sesli koro üzerine bestelenmiş, sadece piyano üzerine yaptığı besteler var. Çok yönlü bir sanatçı. 1915’ten sonra 20 sene yaşadı fakat bu 20 sene onun hayatındaki kayıp senelerdir çünkü bir anlamda şuursuzca yaşadı. Hiçbir üretim yapmadı. Hatta 15-20 sene kimse ile temas bile etmedi. Bir akıl hastanesinde kendi içine kapanarak hayatını tamamladı. Dış dünya ile bütün bağlarını kopardı. Öyle ki 1915’te öldüğünü de söylemek mümkün. Evet, 1935’e kadar yaşadı ama böyle yaşadı.”