1990’lı yıllarda Kürt kentlerinde demokrasi ve hak mücadelesinin ivme kazandığı bir dönemde, “faili meçhul” cinayetler ve gözaltında kayıplar da bu mücadeleye paralel olarak arttı. Devlet eliyle işlenen ve aydınlatılmayan cinayetlerin tarihi daha eskilere dayansa da 1990’lar, Kürt kentlerinde faili meçhul cinayetlerin sistematik hale getirildiği, devlet şiddetinin kurumsallaştığı bir dönem olarak kabul edilir.
Bugünü anlamak için dünü görmek gerekir. Geçmiş, yalnızca hatırlanması gereken bir zaman dilimi değil, bugünü şekillendiren bir yapı taşıdır. Cezasızlığın kurumsallaştığı, insanlığa karşı işlenmiş suçların ödüllendirildiği bir ülkede, dünü ve bugünü birbirinden ayırmak imkânsızlaşıyor. Geçmişin yaşananlarının, bugünün derin dehlizlerinde yankılandığı bir coğrafyadayız. Suç ve cezasızlığın iç içe geçtiği bir sistemde, düne bakarken bugünü, bugüne bakarken dünü düşünmek zorundayız.
Berke Baş’ın yönettiği ve Enis Köstepen’in yapımcılığını üstlendiği, bugünlerde çeşitli platformlarda gösterilen Dargeçit, bu ilişkiselliği görünür kılan bir araştırma-belgesel. Film, geçmişte yaşanan katliamın bugüne nasıl yansıdığını takip ediyor. Dargeçit’i güçlü kılan da tam olarak bu: Tarihi yalnızca geçmişte kalmış bir mesele olarak almayıp, onun bugünkü izlerini sürmek.
1995 sonbaharında ailesinin hayvanları için çobanlık yapan 13 yaşındaki Davut Altınkaynak ve aynı köyden yedi kişi daha ‘PKK’ye yardım ve yataklık’ suçlamasıyla jandarma tarafından gözaltına alındı. Bu isimler, yalnızca o dönemin kayıpları değil, bugün de hafızamızda yankılanan, adalet mücadelesinin temel taşları. Türkiye’deki hafızasızlaştırma politikalarına yıllarca dimdik karşı duran Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’ndan yükselttiği isimleri anımsayalım: Seyhan Doğan (13), M. Emin Aslan (19), Abdurrahman Olcay (21), Süleyman Seyhan (57), Abdurrahman Coşkun (21) ve Nedim Akyön (16). O günden sonra kendilerinden hiçbir haber alınamayan üçü çocuk yedi kişiden beşinin cenazesi yıllar sonra 2014’te İHD, Cumartesi Anneleri ve kayıp yakınlarının yürüttüğü mücadele sonucu bulundu. Dargeçit davası, Türkiye’deki hukuk sisteminin yozlaşmışlığını gözler önüne seren en karanlık davalardan biri olarak tarihe geçti.
2018’den 2022’ye kadar, davayı onuncu celseden itibaren takip etmeye başlayan Berke Baş ve Enis Köstepen, bu süreci titizlikle belgeliyor. Film, toplumsal hafızaya kazınmış bu katliamı yeniden gündeme taşırken, politik, etik ve ahlaki sorumluluğunun bilincinde bir anlatı kuruyor.
Kayıpları yeryüzüne çağırmak
Dargeçit belgeseli, kayıpları sadece anonimleşmiş trajik figürler olarak sunmaktan kaçınıyor; aksine, her birini tek tek hatırlayarak, bireysel hikâyelerini ve onlara dair gerçekleri ortaya koyarak anlatısını kuruyor.
Hafıza Merkezi’nin, 2017 yılında gözaltında kayıplarla alakalı kamuoyunda farkındalık yaratmak amacıyla düzenlediği bir dizi etkinlikten biri de Anıl Olcan’ın “Aşikar Sır” adlı sergisiydi. Kayıpların mermer bloklar üzerine basılan vesikalık fotoğraflarından oluşan bu sergi, hafızayı mekâna ve nesneye işleyerek kalıcı kılma çabasıydı. Film, oldukça isabetli bir tercihle bu sergideki yüzlerce mermer taştan birinin üretim sürecini takip ettiği giriş sahnesinde kayıpların somut izlerini görünür kılıyor.
Belgesel, görüntü ile hakikati kazıyan bir yöntem izliyor. Yakın planda Davut Altınkaynak’ın fotoğrafının mermer taşa nasıl işlendiğini görüyoruz. Daha sonra genel planda diğer mermer taşlarını, ardından onlarcasını… Bir ara yazıyla, 12 Eylül 1980’den beri Türkiye’de en az 1353 kişinin zorla kaybettirildiği ve faillerin çoğunlukla Kürtleri hedef aldığı bilgisi veriliyor. Takip eden sahnede ise mermer taş blok üzerinde Davut’un silueti yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Bu fotoğraf Davut’un 1993’te çekilmiş olan tek fotoğrafıdır, onun bu dünyadan geçmiş olduğunun biricik ispatı. Film yüzeye çıkarmaya çabaladığı hakikatin Davut’un yavaş yavaş belirmeye başlayan yüzüne yaptığı yakın plan vurgularla altını çiziyor. Kayıpları soyut bir trajedi ya da anonimleşmiş figürler olarak değil, adları, hikâyeleri, geride bıraktıklarıyla bireysel varlıkları içinde ele alıyor. Bu nedenle film, yalnızca geçmişin izini bugünün yüzeyinde sürmekle kalmıyor, aynı zamanda kaybolanların unutulmasına karşı hafızanın bir direnç alanı olduğunu da gösteriyor. Hafıza bir sorumluluk, unutmamak bir mücadele biçimi ve Dargeçit filmi, bu mücadelenin tam da içinde konumlanıyor.
Kaybedilen diğer insanların yakınlarının tanıklıklarını izliyoruz. Kendisi de gözaltına alındıktan sonra gözleri kapalı götürüldüğü bir odada oğlunu Filistin askısında kanlar içinde gören Davut’un annesi Hayat Altınkaynak, oğlunu en son orada görüyor. Hayat Altınkaynak, gözaltına alınmadan ve işkence görmeden sadece on beş gün önce doğum yapmıştı. O sırada eşi Abdülaziz Altınkaynak, İstanbul’da inşaat işçisi olarak çalışıyordu.
13 yaşındaki kardeşi Seyhan Doğan’la birlikte gözaltına alınan ve kardeşiyle beraber ağır işkencelerden geçen, o zamanlar 11 yaşında olan Hazni Doğan, kardeşinin elektrik ve falakadan kaynaklı ayaklarının üzerine basamadığını söylüyor. Onların nasıl gözaltına alındığına şahit olan kız kardeşleri Mizgin Doğan, kış olduğu için, kardeşi üşümesin diye ona bir ceket giydirmek istiyor, karakol komutanının hışmına uğruyor. Zaten Seyhan’ı o geceden sonra bir daha göremiyor. 2012’de bir korucu, bir kuyu ağzında ceset gördüğünü itiraf etti. Bu itirafın ardından İHD ve ailenin avukatı Erdal Kuzu’nun mücadeleleri sayesinde kazı izni alınıyor. Seyhan’ı en son gören kişi olan Hazni, aynı zamanda bu kazı sırasında derin bir kuyunun içinden kardeşinin kemiklerini bulan kişi oluyor.
Film, 27 celseden oluşan dava sürecini takip ederek bölümlerini şekillendiriyor.
Odağına daha çok Davut Altınkaya ve Seyhan Doğan’ı alan film, kayıp yakınları ve tanıklıklarla yaptığı hafıza tazelemeyle bütün kayıpların hikayesine ulaşıyor. Her bir hikâye ve tanıklık, kayıpları yeniden yeryüzüne çağırıyor ve kayıpların bulanık çehrelerini belirginleştiriyor.