İnkâr siyasetinin iflası şimdi bir ‘tanıma/tanınma’ ya da Yunus’un ifadesiyle ‘tanış olma’ sürecinin önünü açıyor
Hasan B. Karabey
“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz”
Yunus Emre
27 Şubat tarihi “eski Türkiye’nin son günü” olarak hatırlanacak. Kürt kimliğinin inkârına ve zorla asimilasyona dayanan Kemalist paradigma Kürt Halk Önderi sayın Abdullah Öcalan’ın tarihi çağrısı ile birlikte miadını doldurmuş oldu.
İnkâr siyasetinin iflası şimdi bir “tanıma/tanınma” ya da Yunus’un ifadesiyle “tanış olma” sürecinin önünü açıyor.
Hegel, insanın özbilincinin, onun diğer insanlar tarafından “tanındığı” ve “kabul edildiği” oranda geliştiğini hatırlatıyor ve “efendi – köle diyalektiği” dediği bir paradoksu tartışıyordu. Efendi köleyi birey olarak tanımaz, köle ise efendiyi can korkusu ile tanımak zorunda kalmıştır. Yani aslında efendi de gerçek anlamda tanınmış sayılmaz. Öte yandan köle, emeği sayesinde dünya ile sahici bir ilişki kurabilmektedir ve mücadele ederek kendi kimliğini bulabilir. Efendi ise köleyi insan olarak tanıyıp kabul etmediği sürece hep arafta kalacak ve kendisi de özbilinç sahibi özgür bir insan haline gelemeyecektir. Marx’ın “başka ulusları ezen ulusların kendisi de özgür olamaz” sözü de bu bağlamda söylenmiştir.
27 Şubat Türkler için de milat
Türk kimdir? Tek başına dünyaya bedel olduğuna inanan bir çocuk mu, kaybetme korkusunun hırçınlaştırdığı bir ergen mi?
Türklerin ülkesini ziyaret eden eski zaman gezginleri bu halkın diğer kimliklere ve inançlara karşı hoşgörülü yaklaşımından daima övgüyle söz etmiştir. Göçebe hayatı içinde sınıfsal ayrışmanın olmaması topluluk demokrasisi, kadın erkek eşitliği, yaşlılara hürmet ve doğaya saygı gibi kadim insanlık hasletlerinin Türkler arasında canlı kalmasını sağlamıştır.
Bir asırdır devam eden inkâr ve zulüm siyaseti ile birlikte Türk’ün bünyesine zerk edilen ilkel milliyetçilik zehiri bin yıldır kader birliği yapmış iki kardeş halkı birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı, Türklüğün olumlu yönlerini de tahrip etti. İnkar ve zulüm zihniyetinin Kürtler tarafından mağlup edilmesi şimdi Türklere de kendi kimliklerini sağlıklı bir şekilde yeniden inşa etme fırsatı sunuyor. 27 Şubat Türkler için de milattır.
Tanımanın boyutları
Kapitalist modernitenin ve onun ulus-devlet paradigmasının dünya ölçeğinde tıkanması ve çokkültürlü, özgürlükçü demokratik toplum arayışlarının yoğunlaşması Hegel’in “tanıma/tanınma” diyalektiğinin akademisyenler tarafından yeniden hatırlanmasına yol açtı. Konuyla ilgili geniş bir literatür ortaya çıktı. Tanımanın yalnızca kültürel kimliğin kabulü ile sınırlı kalamayacağı, sosyal adalet ve siyasal temsil gibi veçhelerle birlikte, bir bütün olarak ele alınması gerektiği yönünde mutabakat oluştu.
Kültürel tanıma
Varlığı inkâr edilen ve ayrımcılığa maruz kalan halklar söz konusu olduğunda kültürel tanımanın kilit unsuru anadilin tanınması ve yasal statüye kavuşturulması oluyor. Zira dil sadece iletişim aracı değil halkların tarihinin ve kültürel mirasının taşıyıcısıdır. Anadilde eğitim ve kamusal hizmetlere anadilde erişim hakkı gibi temel hakların güvence altına alınması ile beraber ezilen kimliklerin kendilerini özgürce ifade edebildiği, örgütlenebildiği ve kültürlerini geliştirebildiği çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasinin tesis edilmesi kültürel tanımanın kapsamını oluşturuyor.
Kültürel tanıma ve üst kimlik
Türkiye’de Kürt kimliği hem inkâr edildi hem de yerine zorla Türk kimliği ikâme edilmeye çalışıldı. Bu da sığ bir “üst-kimlik” tartışmasının doğmasına sebep oldu. Kemalist ideologların anayasa tartışmalarını bu sığ sularda boğmaya çalıştığına çokça şahit oluyoruz. Buna mukabil Anayasada Türk kimliğinin yanı sıra Kürt kimliğine de yer verilmesi gerektiğini ileri sürenler de var.
Bu tartışmada, Jurgen Habermas’ın “anayasal yurtseverlik” kavramı ufuk açıcı olabilir. Öcalan’ın da dikkate değer bulduğu bu kavram, yurttaşların aidiyet duygusunun etnik köken veya din yerine anayasal ilkeler ve evrensel demokratik değerler etrafında şekillendiği demokratik bir yaklaşım öneriyor. Dolayısıyla özgürlükçü demokrasinin tesisi ile birlikte üst-kimlik meselesinin “Türkiyelilik” kavramı çerçevesinde çözüme kavuşturulması mümkün olabilir.
Tanıma ve sosyal adalet
Kimliği inkâr edilen ya da ayrımcılığa uğrayan toplumsal kesimler aynı anda ekonomik adaletsizliğe de maruz kalıyor. Örneğin kadınlar kendileri ile aynı işi yapan erkeklerden genellikle daha düşük ücret alıyorlar. Benzer durum ezilen ulusal ve dinsel topluluklar için de geçerli. Bugün Kürt illeri ile Türkiye’nin batısı arasında bariz bir gelişmişlik farkı var. Milli gelirden en düşük payı alan yüzde 20’lık kesimi büyük oranda Kürtler oluşturuyor. Kürt toplumunun işsizlik oranı Türkiye ortalamasının çok üzerinde, sigortalı ve sendikalı çalışma oranları ise ortalamanın çok altında. Türkiye’nin gelir dağılımı açısından dünyanın en adaletsiz ülkelerinden biri olmasında inkâr siyasetinin payı var. Kemalist inkâr ve zorla asimilasyon siyasetinin en keskin savunuculuğunu yapan yüzde 10’luk kesim ise milli gelirin yarısından fazlasına el koyuyor. Kimliği inkâr edilen yoksulluğa mahkum olurken inkârcılığı vaaz eden bundan maddi çıkar sağlıyor.
Öyleyse tanımanın ekonomik adalet politikalarıyla desteklenmesi, Kürdistan’a yönelik kapsamlı altyapı, kalkınma, istihdam, sosyal devlet programlarının hazırlanması ve bunlar için bütçe ayrılması adil ve kalıcı barış için zorunluluk halini alıyor. “Özgürlükçü demokratik cumhuriyet” aynı zamanda bir “sosyal cumhuriyet” olmak durumundadır.
Tanıma ve temsilde adalet
Tanıma açısından bir diğer önemli başlık ise temsilde adalet. Bu konuya genellikle “Kürt partileri de seçime girebiliyor” ya da “Kürtler de bakan olabiliyor” yüzeyselliğinde yaklaşılır. Gerçek anlamda adalet için sembollerden fazlası gereklidir. Devlet kurumları, yargı, eğitim, güvenlik ve diğer tüm alanlarda tüm kimliklerin toplumdaki oranları nisbetinde temsil edilmesi; sivil toplum, medya ve eğitim sistemlerinin de kapsayan bir yapıya kavuşturulması zorunludur. Aksi takdirde karar alma süreçleri sadece belirli kesimlerin çıkarlarını yansıtır ve toplumsal eşitsizlikler yeniden üretilir.
Bunun yanısıra, temsilde adalet çerçevesinde tüm kimliklerin kendi siyasal alanlarını oluşturma hakkının da saygı görmesi gerekir.
Tanıma ve özyönetim
Demokrasi kavramı köken itibariyle “halkın kendi kendisini yönetmesi” (self-governance, özyönetim) anlamına geliyor. “Özerklik” (autonomy, otonomi) terimi de bu bağlamda kullanılır ama daha ziyade yasal statüye işaret eden hukuki bir kavramdır. 1921 Anayasası’nda “muhtariyet” terimi kullanılıyordu. Arapça “seçilen kişi” anlamına gelen “muhtar” kelimesinden türetilen bu kelime “özyönetim” olarak demokrasi kavramının içeriğini daha iyi yansıtıyor. Siyasi literatürde yer alan bir diğer kavram olan “adem-i merkeziyetçilik” (decentralization, merkeziyetsizleştirme) ise yetkinin merkezden yerellere doğru dağıtılmasını ifade ediyor.
Aralarında nüans farkları olmakla birlikte bu kavramların hepsi yönetim yetkisinin merkezi otoriteden seçilmiş yerel yönetimlere aktarılması ve yerel yönetimlerin bağımsız kararlar alma yetkisine sahip olması ile ilgilidir. Türkiye’nin de imzacısı olduğu AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi’nin isabetle vurguladığı gibi, “gerçek yetkilerle donatılmış yerel makamların varlığı hem etkili olacağı, hem de vatandaşlara yakın bir yönetim sağlayacağı için” gereklidir. Bu arada Şartnamenin İngilizcesindeki “self-governance” ifadesi Türkçe’ye “özerklik” olarak aktarılmış.
1921 Anayasası muhtariyete haiz vilayetlerin seçilmiş meclislerini vakıflar, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, altyapı ve sosyal yardım konularında tam yetkili kılıyordu.
Abdullah Öcalan’ın çağrısında idari özerkliğin de “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamadığı” vurgusu kafaları biraz karıştırdı. Bu cümleyi belli bir bölgeye mahsus özerkliğin ya da ikili idari yapının Türkiye’nin halkların iç içe yaşadığı karmaşık gerçekliğine uymayacağının tespit edilmesi şeklinde okumak daha doğru olur kanaatindeyim. Basitleştirerek söylersek “Kürdistan’a özerklik verin geri kalan yerleri istediğiniz gibi yönetin” gibi bir yaklaşım dar ve geçersiz bir bakış açısı olurdu. Öcalan sadece Amed’e, Urfa’ya, Van’a değil, İstanbul’a, İzmir’e ve Konya’ya da “kendini yönetme hakkı” istiyor. Bu yaklaşım hem 1921 Anayasası’nın “muhtariyet” anlayışına hem de AB’nin “özyönetim” perspektifine daha uygun.
Temsilde adaletin ivedilikle sağlanması için atılabilecek bir diğer adım ise ABD’de olduğu gibi valilerin, emniyet müdürlerinin, hakim ve savcıların hizmet verdikleri yurttaşlar tarafından seçimle belirlenmesi olacaktır. Kamu görevlilerinin seçimle gelmesi demokrasiye derinlik kazandırır ve bu özgürlükçü solun Paris Komünü’nden beri ısrarla dile getirdiği bir taleptir.
Tanıma ve Kürt birliği
Temsil adaleti bağlamında tartışılan bir diğer sorun ise Nancy Fraser’ın “yanlış çerçeveleme” (misframing) olarak adlandırdığı bir durum. Bu kavram ulus-devlet sınırlarını aşan sorunlara ulus devlet çerçevesi içinde çözüm aramanın yarattığı sıkıntılara dikkat çekiyor. Aslında Kürt meselesi bu kavramı en iyi örnekleyecek vakalardan biri. Birinci Dünya Savaşı ertesinde kurulan Ortadoğu düzeni Kürdistan’ı dört parçaya böldü ve Kürtlerin kaderini dört ayrı devletin insafına bıraktı. Örneğin Türkiye – Suriye sınırı demiryolu hattı temel alınarak çizildi. Demiryolunun altında ve üstünde oturan akrabalar bir gecede kendilerini iki ayrı devletin vatandaşı olarak buldular.
Avrupa’da ulus-devlet modelinin uluslararası ilişkiler çerçevesini çizen Vestfalya Anlaşmaları (1648) ulus devletleri ulusal sınırlar içinde tek egemen güç olarak tanımlıyor ve devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmaması prensibine dayanıyordu. Bu çerçeve hala aşılmış değil. Dolayısıyla Kürtler gibi devletsiz ya da ‘devletlerarası sömürge” halklar ve onların hakları Vestfalya düzeni içinde kendine yer bulamıyor.
Öte yandan ulus-devletlerin güçlüler hukuku Kürtler gibi parçalanmış halkların birleşme isteğinin meşruluğunu da ortadan kaldırmıyor. Kürtlerin de örneğin “Arap Birliği” gibi uluslararası yapılar ve teşkilatlar kurma ve halklarının ortak çıkarları doğrultusunda birlikte hareket etme hakkı bulunuyor.
Gerçekte Türkler ve Kürtler tarihsel Türkiye’nin iki ortak kurucu halkıysa -ki öyledir- Türkiye devletinin sınırları dışında yaşayan Kürtlerin sorunları ve hakları konusunda da hassasiyet göstermesi ve Kürt birliği yönündeki girişimleri desteklemesi gerekiyor.
Newroz pîroz be
Sonuç olarak inkârcı paradigmanın iflası ve 40 yıldır devam çatışma sürecinin sona ermesi önümüze yepyeni gündemler ve tartışmalar koyuyor. İnkârdan tanımaya doğru yüz yıl gecikmiş bir adım atıyoruz. Adil ve kalıcı bir barış için “tanış olmak” kadar bunun gereklerini yerine getirmek de önemli. Tanımanın gerekliliklerinin yerine getirilmesi Cumhuriyet’in çokkültürlü, özgürlükçü, özyönetimci, demokratik, laik ve sosyal bir Cumhuriyet olarak yeniden kurulması anlamına geliyor. Hegel ve Yunus haklı çıkıyor; tanış olmanın yolu özgürlük ve sevgiye çıkıyor. Barışın kaybedeni yok, kazananı hepimiz oluyoruz.
Bu vesile ile mübarek Ramazan ayınızı tebrik ediyor ve Kürt halkının milli bayramı Newroz’u şimdiden kutluyorum. İnkârdan çıkışın ve tanış olmanın gereklerinden biri Newroz Bayramı’nı resmi tatil ilan etmektir. Umarız bu sembolik adım da en kısa sürede atılır. Pîroz be Newroz, ji Amedê heta Qamişlo, Hewlêr û Mehabadê.
*Sosyalist Alternatif dergisi editörü