Zihniyete karşı mücadele, en zor olanıdır. Çünkü düşmanı görünmezdir. Tek bir karargâhı yoktur. Bir bayrağı yoktur. Günlük dilde, haber başlıklarında, akademik kavramlarda yaşar. Ama aynı zamanda en kalıcı mücadele de budur. Çünkü bir kez “normal” sorgulanmaya başlandığında, iktidar en sağlam zeminini kaybeder
Sinan Cudi
“İktidar, artık insanları yönetmekten çok, gerçekliği nasıl algılayacaklarını yöneterek çoğalır.
Bu yüzden mücadele de yalnızca devlete, orduya ya da diplomasiye karşı değil; zihniyete, dile ve ‘normal’ denilen şeye karşıdır.”
Bu cümleler soyut bir teori iddiasından çok Kürt meselesinin yüz yılı aşkın hikâyesini tek hamlede açıklayabilecek bir anahtardır. Çünkü Kürtler en çok tanımlarla yenilmeye çalışıldı. İsyancı denildi, eşkıya denildi, bölücü denildi, terörist denildi. Her dönem başka bir kelime, ama hep aynı işlev: Kürt gerçekliğini belirli bir çerçeveye hapsetmek.
Burada mesele yalnızca baskı kurmak da değil. Asıl mesele, bu baskının nasıl normalleştirildiğidir.
Devletler Kürtleri sadece yönetmedi; Kürtlerin ne olduğu, ne istediği, neyi hak ettiği konusunda da karar verdi. Daha doğrusu, bu kararları “doğal gerçeklik” gibi sundu. Böylece Kürt meselesi bir politik sorun olmaktan çıkarılıp bir güvenlik başlığına, bir kamu düzeni problemine veya bir “geri kalmışlık” anlatısına dönüştürüldü.
İktidar tam da burada çoğaldı.
Çünkü bir noktadan sonra bu dili yalnızca devlet konuşmadı. Akademisyenler, gazeteciler, yorumcular, hatta muhalifler bile aynı çerçeve içinde konuşmaya başladı. “Ama şiddet var”, “Ama bölge hassas”, “Ama devletin de kaygıları var”.
Bu cümleler bir gerçeklik rejimine dönüştü ve bugün de bu rejimin küçük büyük tüm cephelerinden geniş bir saldırı altındayız.
İktidarın gücü, herkesi kendisi gibi düşündürmesi kadar herkesi “aynı sınırlar” içinde düşündürmesindedir.
Kürt meselesinde “normal” olan şuydu:
Devlet konuşur, Kürtler dinler.
Devlet reform yapar, Kürtler sabreder.
Devlet güvenlik der, Kürtler bekler.
Bu düzen o kadar içselleştirildi ki, Kürtlerin özne olarak konuşması bile “aşırılık” sayıldı. Talepler değil, taleplerin tonu tartışıldı. Haklar değil, hak istemenin zamanı sorgulandı. Böylece iktidar, tek bir merkeze ihtiyaç duymadan çoğaldı.
Bu noktada şunu görmek gerekir: Kürt meselesi sadece bir ulusal sorun değil, bir algı yönetimi başarısıdır. Başarı derken olumlu anlamda değil; iktidarın başarısı. Çünkü Kürtlerin yaşadığı inkâr, imha ve asimilasyon politikaları uzun süre “olağan” kabul edildi. Olağanüstü olan, buna karşı çıkanlardı.
Bu yüzden mücadele, yalnızca devlete karşı verildiğinde eksik kalır. Devleti eleştirmek mümkündür ama devletin kurduğu dil halen geçerliyse, iktidar yer değiştirse bile zihniyet yerinde kalır.
Bugün halen Kürt meselesi konuşulurken “devlet ne der”, “uluslararası dengeler neye izin verir”, “güvenlik riski oluşur mu” gibi sorular otomatik olarak soruluyorsa, bu zihniyet çalışıyor demektir.
Bu, iktidarın en rafine halidir: Kimseyi susturmadan sınır çizmek.
Rojava deneyimi bu yüzden bu kadar rahatsız edicidir. Çünkü yalnızca yeni bir siyasi model denemedi; başka bir gerçeklik algısı önerdi. Devlet olmadan siyaset, merkez olmadan yönetim, erkek egemenliği olmadan örgütlenme. Risk ve beka sorunu güvenlik ve askeri kapasite üzerinden tartışılsa da Rojava askeri olarak değil, zihinsel olarak tehdit edicidir. Bu yüzden Rojava en çok “gerçekçi değil” denilerek kuşatıldı. Gerçekçi olmayan şey, aslında alışılmış olanın dışına çıkmasıydı.
Burada mücadele hattı netleşir:
Silaha karşı silah değil; devlete karşı devlet değil; hakikate karşı kurulan tekçi hakikat rejimine karşı çoğul bir gerçeklik.
Zihniyete karşı mücadele, en zor olanıdır. Çünkü düşmanı görünmezdir. Tek bir karargâhı yoktur. Bir bayrağı yoktur. Günlük dilde, haber başlıklarında, akademik kavramlarda yaşar. Ama aynı zamanda en kalıcı mücadele de budur. Çünkü bir kez “normal” sorgulanmaya başlandığında, iktidar en sağlam zeminini kaybeder.
Özcesi; Kürt meselesi bize şunu öğretti: İktidar önce toprağı değil, anlamı işgal eder.
Toprağı geri almak mümkündür; ama anlamı geri almak, daha uzun ve daha derin bir yürüyüş ister.
Ve buradan yola çıkarak bence asıl sormamız gereken soru da şudur;
Kürtler ne istiyor değil; biz, Kürtlerin ne isteyebileceğini kimden öğreniyoruz?
Bu soru sorulmadan, hiçbir çözüm kalıcı olmaz. Çünkü iktidar, en çok cevapsız kalan sorulardan beslenir.









