M. Ender Öndeş / İSTANBUL
Sürekli sıçrayışlarla, karmaşık cümleleri birbirine keskin bir mizah duygusuyla ekleyerek sardıkça sarıyor, takıyor bizi peşine Kiçik. Koşturuyor habire, yoruyor da bu arada. Ama ödülsüz bir yorgunluk değil bu
Çok öznel olabilir belki ama -bir öykü okuru olarak söylüyorum bunu- bana göre ‘iyi öykü’nün ölçütlerinden biri, okurun damağında ‘ziyan edilmiş roman’ tadı bırakmasıdır. Okuyup bitirirsiniz öyküyü ve kendi kendinize “Yahu aslında roman da olurmuş bu” diye söylenirsiniz. Bu duygu, bize öykünün hacmini ve o hacmin bu kadar dar alana nasıl sığdırıldığını düşündürür. Karakterler vardır öykülerde, konuşurlar, dövüşürler, sevişirler filan ve fakat onların -hatta sade insanların değil, diğer canlıların ve eşyaların biledünleri ve yarınları da vardır. Biz orada bir yaşam kesitiyle yüzleşiriz belki ama daha geride ve daha ileride -ve arkalarda bir yerlerdebaşka yaşam kesitleri, yazarın bize sezdirip geçtiği ilişkiler vardır. Ela Kiçik’in “Bir Gün Sineği” kitabındaki öyküleri okurken, bunu hissetmiş olmak güzel. Bir sabah valizini alıp yola düşen Mehtap örneğin, gezegenimize herhalde o sabah teşrif etmiş değildir ve bize anlatılan sıkışmışlık duygusuyla yetinmeyiz okurken, tutup o Mehtap’a bir çocukluk ve ilk gençlik filan yazarız zihnimizde. Ancak onu yazdığımızda Mehtap’ın kendisiyle ne derdi olduğunu belki anlayabiliriz.
İlmekleri tamamlamak
O yine iyi! Hiç ‘gidemeyen’ Suna’yı ne yapalım peki? ‘Yazık!’ demeyle bitmiyor ki iş. Şöyle topuğunuzun üstünde üç yüz altmış derece bir dönüp bakın tanıdığınız tanımadığınız bir sürü insana, yetmedi aynaya da bakın arada, gidemeye gidemeye Kavafis’in yedi sülalesine söver hale gelmiş ne kadar çok insan var değil mi? ‘Gelecek’ diye biri var misal, bildiğin roman kahramanı aslında ama yok. Var da yok. Geleceği varsayılan ama gelmeyen, biz ona doğru gitmezsek eğer poposunu kaldırıp gelme zahmetine de katlanmayacak olan gevşek madrabazın teki! Ama koca kadın, konuşuyor işte onunla, tanrıyla konuşur gibi biraz. Sıkışmış çünkü o da, gökyüzüne uçup gitmekle alt katta fingirdeşen eski kocasının gırtlağını kesmek arasında. Kiçik’in bize bir metrobüs camından tanıştır(ma)dığı A ile B ayrı ayrı kişisel tarihlere sahipler mesela. Biz B’nin kendini salmışlığının tarihini düşünürüz bir yandan, öte yandan A’nin çok trajik bir ölüm/infaz ihtimali karşısındaki tuhaf tutumunu anlamaya çalışırız. Hatta Sema’nın gerçekten o evde öldürülenler arasında olup olmadığını… Onu bile tam söylemiyor bize Kiçik. Hep birkaç ilmeği açıkta bırakıyor ki, biz tutalım o uçları ve birazı kendimize ait başka öyküler yazabilelim. ‘Bir Çift Terlik’ öyküsünde yine, Kiçik, aşağıda, fırındaki hoyratlığı anlatıyor da bize, üst kattaki zayıflığı ve narinliği biz anlamaya çalışıyoruz deli gibi. Memo’nun bilmediği dilden sorulduğu için kafadan “evet” diye yanıtlama gafletine düştüğü o soru nedir peki? Bin tane yazabilirim şurada hemen oturup! Gerçek karakterler ama bunlar. Otobüste vapurda yanımıza karşımıza oturuyorlar. Biraz gayret etsek, biz de başka öyküler yazacağız belki aynı kişiler üzerine. Belki iyi öykünün bir başka ölçüsü de, insanda tamamlama arzusunu yaratmasıdır, kim bilir?
Üslup ve sadelik
Bütün bunları planlanmış bir karışıklık yoluyla yapıyor Kiçik; ya da ben öyle sanıyorum belki de, bilmiyorum. Ama işleri karıştırıp geri dönebilmek bir marifet. Ta ne zamandı, bir arkadaşımla Emir Kusturica’nın ‘Underground’ını sinemada izlerken, tam da o görkemli ve uzun düğün sahnesinde, arkadaşım kulağıma eğilip, “Herif düğüne daldı, mevzuyu unuttu valla” demişti. Öyle değildi tabii ama Kusturica’nın işin tadını çıkardığı da doğruydu yani. Çılgın bir müzik dans karmaşasını uzattıkça uzatıyor, kamera deli gibi ortalıkta dolanıyor, tam bir şölen çıkıyordu ortaya. Kiçik de tadını çıkarıyor kullandığı ve hâkim olduğu dilin. Sürekli sıçrayışlarla, karmaşık cümleleri birbirine keskin bir mizah duygusuyla ekleyerek sardıkça sarıyor, takıyor bizi peşine, koşturuyor habire, yoruyor da bu arada. Ama ödülsüz bir yorgunluk değil bu. ‘Karaktersiz’ ve ‘eksensiz’ bir laf cambazlığı değil yaptığı. Tam sözcüklerin, cümlelerin peşine takılmış sürüklenip giderken birden yeniden öykünün eksenine çağırıyor bizi Kiçik ve yeniden karakterlerin şimdiki halleri ve akıbetleri üzerine düşünmeye başlıyoruz, üzülüyoruz, seviniyoruz, ne bileyim işte bir haller oluyor insana. Ayrıksı olmanın bedelini ödemek, kısılıp kalmak, gitmek-gidememek arasında ‘darlanmak’ başlıca temaları Kiçik’in ve biz de o sınırlara dayanıp, öykü karakterlerine akıl fikir vermeye başlıyoruz. Bir ‘İlk kitap’ üzerine yazmak kolay değil; daha doğrusu insanda hep ‘ilkse, biraz acemidir ve çok da şey etmemek lazım’ gibi bir hava yaratır. Öyle değil Kiçik’in kitabı. İlk olmasına ilk tamam ama hiç de yeni başlamış gibi durmuyor yazar. Bana sorarsanız, iyi bir öykücüyle ve iyi bir ilk kitapla karşı karşıyayız. Öykü ile anlatıyı birbirine karıştıran, “Sabah kalktım, canım sıkılıyordu, akşam oldu yattım” türünden tek kullanımlık iç dökmeleri bize öyküymüş gibi sunan yeni modaların tuzağına düşmeyen, gerçek karakterleri ve ‘hadiseleri’ olan bir yoldan yürüyor ve bütün bunlar çok ümit verici doğrusu.