Sazlık boyunca yürüdüm. Ayağıma geçirdiğim naylon botların içi her adımımda güzel yağan yağmurun süngerleştirdiği toprak ve ot karışımıyla doluyordu. Önce umurumda değildi. Dikkatim iki elimin -eldivenli ellerimin- içinde taşıdığım sendeydi. Derdim seni uygun bir yere bırakmaktı. Hani biraz düz, biraz yeşil, biraz su olan bir yere… Ağır çektiğini o zaman hissettim. Kaç gram? 200, 300? Ayakta da görmüştüm seni, uzundu boyun. Neyse ne. Seni benim yaşadığım yerde istemiyorum. Aklımdan geçeni okumuş gibi, kapalı gözlerini kısarak bana baktın ve “Buraya geleli 265 milyon yıl oluyor. Bence sen git” dedin.
Seninle tartışmaya girmenin bir yere varmayacağını anladım. Dolayısıyla sustum. Bu defa gözlerini kapalı tutarak dedin ki, “Çok dolaşma. Bırak bir yere. Yalnız dikkat et yakında insan olmasın.” Bunu duyunca tepem attı, zaten ayaklarımdan varç vurç ses geliyor. Sırılsıklam. O zaman dedim ki, “Hemen şuracık nasıl? Hem martılar gelir, hem yılanlar. Birinin öğle yemeği olursun, pek güzel.” Sen inatla, “İnsanlar olmasın da” dedin. Gözlerin hala kapalıydı.
Sazlık bu kadar geniş miydi… Yürü yürü, bir yere kadar. Yağmurun biriktirdiği su kenarında durdum, çömeldim, elimden atlamanı bekledim. O zaman vuran güneşin de etkisiyle parıldayan derinin üstünde kırmızılar, sarılar, parlak yeşiller gördüm. Dikkatli bakınca sırtına çizilmiş savaş boyaları gibiydiler. Gözlerini kısık açarak yine konuya dahil oldun; dedin ki, “Ne yapacaksın işte, bizde böyle. Bu renklerle aman yaklaşma, zehirliyim hem de tadım kötü demiş oluyoruz. O kadar, yani. Demiş oluyoruz. Doğanın döngüsü. Kaç defa yılana, kaplumbağaya av olmaktan döndüm böyle. İnsan hariç…”
Dedin. Bir ara, “Parasal sorunlar ve kişisel trajedilerle çevrili insan hayattan öcünü böyle alıyor. Benim gibilerin ve benim gibi olmayan nicelerinin yaşam alanlarını tüketiyorsunuz. Aklınızla böbürlenip, kültürünüzle gurur duyuyorsunuz. Yetmezmiş gibi uygarlık, ileri seviye, hız dediğiniz şeyleri aşırıya kaçan bir tutumla savunuyorsunuz. İnsan buraya dek hayatta kaldı, çünkü arzularını gerçekleştirebilmek için fazla bilgisizdi. Şimdi gerçekleştirebiliyorken, onları değiştirmek zorunda, yoksa ölüp gidecek*” de dedin.
Bense, “Atlasana. Atlamayacak mısın…” dedim. Avucumda kıpırdamadan, “Gözlerimi kısarak konuşmamı beni seksi bul diye yaptığımı düşünmüyorsun, değil mi?” diye sordun. Çattık ne bu ya, diyecektim, “Bu benim kış uykusu halim. Avuçlarının altını aç, oracığa bırak beni. Hareket edemem. Bu yüzden kolay yakaladın ya zaten” dedin. Söylediğini yaptım. Ellerimi kavuşturduğum yerden açınca küçük bir pıt sesiyle otların üstündeydin. Kıpırdamadın. Senin gibi soğukkanlı durdum. İkimiz de durduk. Hayatın oracığında, sen ve ben. Ama ben ayaklarımın üstündeydim ve sana tepeden baktım. Balıkçılların ve sürüngenlerin ödünü patlatmak için sırtına çiziktirdiğin kırmızı, yeşil çizgiler beni hiç korkutmadı.
Tam arkamı döndüm, ses çıkartan adımlarımla uzaklaşacaktım ki, “Benim varlığım yaşadığın yerin sağlıklı olduğunun bir göstergesi. Bunu unutma. Bir de neyi unutma?”
Sordum, neyi? “Öğretmeninin doğa olduğunu.” Dedin.
Hamiş: Köpeğim Üzüm’ün bahçede bulduğu boyu 25 santim kurbağayı dere kenarına götürüp bıraktığımın öyküsüdür. Kurbağaların kocaman patlak gözleri neden varmış, biliyor musunuz? Etrafı gözlemlemek için.
* Şair William Carlos Williams’ın dizeleri, Orçun Türkay çevirisiyle…