Avukat Gülizar Tuncer, AKP’nin ‘Aile Yılı’ ilanı ile neyi amaçladığını gazetemize değerlendirdi:
Sözleşme’den çekilmenin ardından, bu yılı ‘Aile Yılı’ ilan ederek yapılmak istenen de aileyi öne çıkararak kadınların özgürlük taleplerini görmezden gelmek hatta yok saymaktır. Aile, kadınları kontrol altına almanın bir aracı haline getiriliyor
Saliha Aras
Ülkede kadınların katledilmediği, şiddete uğramadığı gün yok. Veriler AKP iktidarında kadını hedef alan saldırıların arttığını gösterirken, kadına yönelik şiddeti besleyen kaynaklardan birinin de iktidarın kadına bakışı olduğu ortaya çıkıyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı, 2025 yılını “Aile Yılı” ilan ettiklerini açıklamıştı. Oysa kadının aile içine hapsedilmesi, şiddeti besleyen ana kaynaklardan biri. İnsan hakları aktivisti Avukat Gülizar Tuncer ile AKP iktidarının, ‘Aile Yılı’ ilanını, nedenlerini ve amaçlarını konuştuk.

- AKP iktidarı, İstanbul Sözleşmesi’nden ‘aile yapısını bozduğu’ gibi bahanelerle çekildi. 2025 yılını Aile Yılı ilan etti. İktidarın bununla amaçladığı politika nedir? Nedir bu Aile Yılı?
Türkiye’de kadın cinayetlerindeki korkunç artışın yanında, aslında bir bütün olarak kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet, taciz ve tecavüzlerdeki artışı da dikkate aldığımızda AKP iktidarının niteliğini daha iyi görebiliriz. Bu iktidar kadınları ve çocukları erkeğin malı olarak görmekle kalmayıp onlara her türlü zulmü de reva gören bir zihniyete sahip ve bu nedenle de saldırılar her geçen gün artıyor. Aslında bu durum rejimin yapısıyla da alakalı; ırkçılık ve şovenizm gibi kadın düşmanlığı da faşizmin doğası gereği en çok yaslandığı genetik kodlardan. Bu nedenle, mevcut iktidar anlayışından zaten kadın katliamlarını “önleyici politikalar” beklemek mümkün değil. “İstanbul Sözleşmesi”, 2011 yılında imzaya açılıp 2014 yılında yürürlüğe girdiğinde, sözleşmenin ilk imzacısı ve onaylayan taraf devleti Türkiye’ydi. Dönemsel olarak yürütülen politikalar gereği kabul ettikleri diğer reform paketleri veya Avrupa Birliği’ne girişte uyum sürecine ilişkin yasal düzenlemelerde olduğu gibi, bu sözleşmeye ilişkin taahhütlerini de olması gerektiği gibi yerine getirmediler. Ancak buna rağmen, kadınların uzun erimli mücadelelerinin sonucu olarak ortaya çıkan ve kadına yönelik şiddet konusundaki en kapsamlı ve yol gösterici sözleşme olarak, kadına yönelik şiddet ile mücadelenin önemli araçlarından biri haline gelmişti. Kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçluların kovuşturulması ve cezalandırılması konusunda yalnızca cezasızlık politikalarına son verme değil, kadınların kendilerini güvende hissedecekleri, ayrımcılığa uğramaksızın yaşayacakları bir ortam sağlama amacını da taşıyan sözleşme, aynı zamanda çocukların ve LGBTİ+’ların da haklarını koruyan hükümler içermekteydi. Nitekim 2011’de dönemin Başbakanı Erdoğan, “Biz muhafazakar demokrat bir partiyiz. Bizim için aile önemli” demiş ve Kadın Bakanlığı kaldırılarak yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kurulmuştu. 2021 yılında ise kadınların bütün itirazlarına ve kitlesel tepkilerine rağmen, bu sefer Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, yani tek taraflı bir beyanla sözleşmeden çekilme usulünü uygulamış, ardından yapılan hukuki başvurular elbette ki sonuçsuz kalmıştı. Meclis’in, muhalefetin etkisiz kılındığı, iktidar gücünün egemen olduğu bu sistemde, tek başına Erdoğan’ın imzasıyla, İstanbul Sözleşmesi “aile yapısını bozduğu” gerekçesiyle ortadan kaldırıldı. Bu kadar. İnsana düşman, emeğe düşman, kadına düşman iktidar yapısı, erkek şiddetini ve devlet şiddetini eskisinden çok daha sistematik ve yaygın biçimde devreye sokmak için yeni bir adım attı.
- ‘Aile Yılı’ söyleminin kadın hakları açısından ve toplumsal cinsiyet eşitliği açısından etkisi nedir? İstanbul Sözleşmesi ve Aile Yılı arasında nasıl bir bağlam kurulabilir?
İstanbul Sözleşmesi’nden tek taraflı çekilme kararı, bu zamana kadarki süreçte yaşanan saldırıların yeni bir halkasını oluşturmaktadır. Sözleşmeden çekilme kararı kadınların bu zamana kadar evlerde, işyerlerinde, sokaklarda, meydanlarda yürüterek elde ettikleri bütün kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedeflediği için kadınlar başta olmak üzere, bütün toplumda kaygıyla karşılanmıştır. Nitekim Sözleşme’den çekilme kararının ardından şiddeti destekleyen söylemlerle birlikte erkek şiddetinin eskisinden çok daha fazla artmış olması bu kaygıları haklı kılmaktadır. Mevcut durumda kadın cinayetleri erkek egemen sistemin örgütlü ve sistematik şiddetinin bir sonucu olarak artarken, şiddet uygulayan erkekler korunuyor, kadınların öz-savunma hakkı yok sayılıyor, her geçen gün kadınların özgürlük alanları biraz daha daraltılıyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ardından, bu yılı “Aile Yılı” ilan ederek yapılmak istenen de aileyi öne çıkararak kadınların özgürlük taleplerini görmezden gelmek hatta yok saymaktır. Aile, patriyarkal kapitalist sistemin en küçük hücresi olarak, kadınların bedenlerini, emeklerini ve kimliklerini kontrol altına almanın bir aracı haline getiriliyor. Kadınlar, ev içinde görünmez kılınan emekleriyle sömürülürken, bir yandan da esnek çalışma adı altında güvencesiz, ucuz işgücü olarak pazara sürülüyor. Yoksulluk, işsizlik ve artan hayat pahalılığı, kadınları iki kat daha derinden vuruyor. Kadınlar, mevcut siyasi iktidarın “Aile Yılı” adı altında dayattığı gerici politikaların hedefindeyken, doğumu ve çocuğu kullanarak ev hapsettikleri kadını anne ve eş statüsüne indirgeyerek ailenin sağlamlaştırılması hedefleniyor. Böylelikle toplumsal yaşamdan koparılmaya çalışılan kadınların her koşulda ev içi köleliğinin sürdürülmesi isteniliyor.
- Yükselen kadın mücadelesinin bu kadın karşıtı politikalarına karşı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt kadınlarıyla ortak mücadele hattını da kapsayan bir mücadele söz konusu mu?
Açlığın, yoksulluğun ve sömürünün alabildiğine derinleştiği ülkemizde kadın mücadelesinin ortaklaşması gerektiği tartışılmaz bir gerçektir. Elbette ki kadınların yaşam hakkı başta olmak üzere, öncelikli sorunlarının öne çıkarılması ve bunun mücadelesinin yükseltilerek verilmesi bir gereklilik. Ancak artık bu ülkede sağlık, eğitim, beslenme, barınma gibi en temel insani ihtiyaçların bile karşılanamadığı ekonomik koşullar içinde kadınların payına daha fazla yoksulluk düştüğü de bir gerçek. Yani kadınlar her geçen gün daha fazla fiziksel şiddetle karşılaşıp şiddet karşısında daha korunaksız bir yaşama mahkum edilirken, bir yandan da sosyal ve ekonomik şiddetle boğuşuyorlar. Dolayısıyla bugünkü koşullarda işçi ve emekçi kadınlara değen politikaların daha ağırlıklı biçimde geliştirilip güçlendirilmesi gerekiyor.
Kadın Komünarlar’ın deyişiyle kapitalist sistem, dün olduğu gibi bugün de kadınların bedenlerini, emeklerini adeta çitliyor. Artık bu çitleri yıkma, erkek egemen kapitalist sistemi ve onun bir parçası olan her kurumu, ondan nemalanan her yapıyı ve kişiyi sarsmanın, parçalamanın mücadelesini vermek gerekiyor. Kadınlar olarak, görünmeyen emeğimizi görünür kılmak; evsel köleliği parçalamak; çifte sömürüye koşulmuş hayatlarımızı geri almak, bu sömürü çarkını parçalamak için mücadele ediyoruz. Yan yana gelerek birbirimize dokunduğumuzda; örgütlenip cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürü ve tahakküm ilişkilerinin, baskının köklendiği kapitalist sisteme karşı mücadele ettiğimizde; kendi davamıza sahip çıktığımızda tarihin akışını değiştirecek irade ve güce sahip olacağız.
Dolayısıyla bütün bu sorunlar bu coğrafyada yaşayan bütün kadınların ortak sorunları olduğu için yan yana gelecek ve elbette ki mücadeleyi ortaklaştıracağız. Bugün Kürt halkının seçme ve seçilme hakkı yok sayılarak belediyelere kayyım atanırken, eşbaşkanlık sistemi hedef alınarak Kürt kadınlarının eşitlik ve özgürlük arayışı bastırılmaya çalışılıyor. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, kadınlar dört bir yandan kuşatılmaya çalışılırken de bu zincirleri kırmak için ısrarla ve inatla, fiili meşru mücadele hattını geliştirerek sokaklara çıkıyor. Kürt kadınları, sömürgecilik ve savaş politikalarının bir sonucu olarak, yıllardır Kürdistan’da tehlikeli ve sinsice yürütülen içten çökertme ve çürütme yöntemlerine de maruz kaldıklarından onlar çok daha ağır şeyler yaşadılar. Kürdistan’da yürütülen kirli savaş politikalarının bir parçası olarak kadınlara yönelik taciz ve tecavüzler sistematik ve yaygın birşekilde uygulandı. Dolayısıyla, politik olsun olmasın tüm kadınlara yönelik olarak uygulanıp yaygınlaştırılmak istenilen tecavüzlerle birlikte kadına ve bir bütün olarak halka köleliği ve işbirliğini dayatan bu kirli politikaya karşı da hesap sorma noktasında hep birlikte ve etkili biçimde mücadele etmek gerekiyor.
- Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı Heyeti’yle görüşme sonrası yaptığı Demokratik Toplum Çağrısı’nda ‘kadın öncülüğü elzemdir’ mesajını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben hep Sayın Abdullah Öcalan’ın kadınlar için söylediği; “Savaşan özgürleşir, özgürleşen güzelleşir, güzelleşen sevilir” sözündeki kadınları ve onların öncülüğündeki kadın mücadelesini hatırlıyorum. Kürt kadınları özgürlüğü mücadele içinde kazandılar. İçinde bulundukları aile yapısına, feodal bağlara, dine, geleneklere, göreneklere isyan ederek mücadele içinde özgürlüklerini kazanmayı başardılar. Erkek egemen sistemin bütün yapısal kurumlaşmalarına karşı çıkabilmenin gücünü mücadele içinde sağladılar. Onların bu zamana kadarki süreç içerisinde gösterdikleri kahramanlıklar ve biriktirdikleri deneyimler bundan sonraki süreçte de yol gösterici olacaktır.
Rojava devrimdir dünya kadınlarının devrimidir!
Gülizar Tuncer, söyleşimizin son bölümünde Rojava Devrimi’ni değerlendirdi. Rojava Devrimi’nin erkek egemenliğine son verdiğini belirten Tuncer, şunları söyledi:
“Kürt kadınlarının öncülüğünde gerçekleşen Rojava Devrimi’nin en önemli özelliklerinden biri, erkek egemenliğine son verilmesi anlayışıyla hareket edilmesi ve toplumsal yaşamın bu doğrultuda örgütlenmesiydi. Kuzey ve Doğu Suriye halkı, bugün demokratik toplumsal inşayı kadın özgürlükçü bir anlayışla, bu temelde oluşturulan hukuk sistemiyle, sosyal ve kültürel devrimle gerçekleştirmeye çalışırken her türden gericilikle mücadele etmiştir. Ancak Suriye’de bugün şeriat hükümlerine dayalı bir rejimin taşları döşenirken, tekfirci çetelerin geçmişte ve bugün dünyanın gözü önünde vahşice yaptıkları katliamlar nedeniyle kadınlar da büyük bir tehlike altındadır. Suriye halklarına barışçı, demokratik bir gelecek inşa etmesi mümkün olmayan bu rejimin selefi yaşam tarzını dayatmaya dönük adımları, şüphesiz ki en çok kadın özgürlük alanlarını tehdit ediyor. Filistin’de, Gazze’de siyonist İsrail’in yaşattığı soykırımda kadınlar, en büyük acıları yaşıyor. Ölüm kusan silahlara eklenen yoksulluk ve sefaletle, adeta toplama kamplarına sıkıştırılmış, bir bütün olarak kuşatılmış durumdalar. Savaşın büyük yıkımı arasında, Filistin’de ölüme inat yaşamı yeniden örmenin ağır sorumluluklarını yükleniyorlar. Afganistan’da kadınların bırakalım dışarı çıkmayı, camdan bile dışarıyı görmeleri yasak; bulundukları odaların camları tuğlalarla kapatılıyor. Taliban rejimi, kamusal alanda bir bütün olarak kadınları silmiş, adeta ülkeyi kadınsızlaştırmış durumda. ABD’de, Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde ırkçı-faşist dalganın yükselişi, kadın düşmanlığını da körüklüyor. Latin Amerika’da, Arjantin’den Meksika’ya kadar kadınlar, kürtaj hakkı ve kadın cinayetlerine karşı sokaklarda. ABD’de kadınlar Trump’un yeniden başkan olmasıyla artan hak gasplarına karşı öfke biriktiriyor. Avrupa’da kadınlar, hak gasplarına ve göçmen kadınlara yönelik, ırkçı ve cinsiyetçi saldırılara karşı mücadele ediyor. Afrika’da kadınlar, yoksulluk ve şiddete karşı direniyor. Ancak yine Kadın Komünarlar’ın dediği gibi, tüm bu saldırılara karşı dünyanın dört bir yanında, kadınlar eşitlik ve özgürlük talepleriyle mücadele etmekten geri durmuyorlar. Filistinli kadınların direnişi, İranlı kadınların “Jin, Jiyan, Azadî” çığlığı, hepimizin mücadelesidir. Rojava Kadın Devrimi, dünya kadınlarının devrimidir! Kadınlar olarak, erkek egemenliğine, kapitalizme, emperyalizme ve faşizme karşı birleşiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, kadınların özgürlük mücadelesi, tüm insanlığın özgürlük mücadelesidir. Dünya kadın hareketi, bizim hareketimizdir.”