Cevheri Güven isimli gazetecinin programlarını dikkatle izliyorum. Öyle bir tablo çiziyor ve çizdiği bu tabloyu öylesine “açık ve kapalı” kaynaklardan verilerle inandırıcı hale getiriyor ki, hayretler içinde kalıyorum. İki gün önce yasa dışı bahis mafyasına yapılan operasyonlarla, nicesine darbe indirilirken “Casibor” adlı, hepsinin toplamından büyük paralara el koyan yasa dışı bahis örgütüne dokunulmadığını, hatta önünün açıldığını, bu Casibor’un arkasında Hakan Fidan’ın oğlunun yakın bir arkadaşının olduğunu öyle detaylı anlattı ki, şu “araştırmacı gazetecilerin” ne iş yaptığını düşünmeden edemedim.
Cevheri Güven’in çok geniş bir izleyicisi kitlesi var, anlattıkları, deşifre ettikleri ne varsa, dilden dile de yayılmakta, buna karşılık Türkiye’deki medyayı bıraktım, ağır iddialarla itham edilen siyasetçiler ve devlet yetkililerinden ne ses ne nefes çıkmakta. Cevheri Güven’in programları tek bir sözcükle tartışma dışı bırakılmakta: Cemaatçi…
Ne bu programlarda dile getirilen ifşaat, ne de ifşaatı yapanın cemaatçiliği hakkında her hangi bir hüküm verecek bilgiye sahibim. Ama cemaatçidir denilerek yapılan ifşaatın örtülemeyeceğini bilecek kadar bir aklım var.
Cevheri Güven’in dile getirdiği ifşaatın yüzde biri gerçek ise, bilin ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri yıkımın eşiğindedir. Eğer böyleyse, karşımızda bir devlet yok demektir, devletin dört yanını sarmış bir suç örgütü “ahtapotu” var demektir.
Benim ilgi alanım ve ilgilenme kapasitem, enerjim ve bu spesifik alanla ilgili bilgi birikimim Cevheri Güven’in iddialarını değerlendirmeme, iddiaların üzerine gitmeme, yazılarımın konusu haline getirmeme ne yazık ki elvermiyor. İyi de, muhalefet, başta CHP olmak üzere, bu hale gelmiş olduğu iddia edilen devleti yönetmeye talip olanlar neden iddiaları eşelemiyor? İddiaların yüzde biri gerçek ise, bu hale gelmiş devleti nasıl yönetecekler? Hele bir de Türk siyasi hayatında “devr-i sabık” yaratmama gibi, aslında işlenen suçları iktidara gelenin de işleyeceğini haber veren bir gelenek var iken, bu suskunluk hayra alamet değildir.
Bu konunun şu anda hayati gündemimizle ilgisiz olduğu söylenebilir. Haklılık payı olduğu da kabul edilebilir. Ama gözlerimizi Kürdistan’a çevirir ve Kürt gençliğinin dünüyle bugününü mukayese edersek, dağa gidiş yollarını duvarlarla, mayınlarla ve katliamlarla kesen devletin, “Daltonlara” gidiş yollarını beş şeritli otoyollarla açtığını düşünürsek, konunun gündemimizle ilgisini de anlarız. Ve aynı zamanda “çözüm sürecinde” “norm içi devlet”in bu ahtapotun dışında olduğunu farz etsek bile, bu ahtapotun kendisi olan “norm dışı devletin” varlığı koşullarında nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz da kolayca anlaşılır.
Resim meydanda. Eski MİT Başkanı Dışişleri Bakanı olmuş, onun yerine geçen MİT Başkanı Kalın akla hayale gelmedik operasyonlara imza atıyor. İçişleri Bakanı medyanın manşetlerinde. Her gün bir iki değil, yüzlerce kriminali tutukluyor. Yani eski MİT Başkanının döneminde tutuklanmayanları, envai çeşit suç örgütü mensuplarını, uyuşturucudan tutun, yasadışı bahis çetelerine, suç örgütü haline gelmiş dev holdinglerin yöneticilerine kadar, sayılarını toplasanız onbinleri, yüzbinleri bulacak ölçülerde suçluları “şıpın işi” yakalıyor. O yakalıyor, ama “kartel” haline gelen mafya örgütleri sokaklarda cirit atıyor. Güpegündüz cinayetler işleniyor. Torbacılar ve torbacılardan, kimisi birkaç kullanımlık “ot” alan sinema, tiyatro oyuncuları, TV sunucuları derdest edilirken, Dışişleri Bakanı Dubai’de mevzilenen Mafya babalarını, uyuşturucu ve yasa dışı bahis baronlarını, ne yazık ki, kulağından tutup ülkeye getirecek bir diplomatik başarıya imza atamıyor.
Çocukluğumda Antakya’da Atayolu adında bir mahalli gazete yayınlanırdı. Bu gazeteyi epilepsi hastası Abdülkerim adında bir kişi dağıtırdı. Kendisine “Kerim” denmesine kızar, “Kerim Allah’ın adı, benim adım Abdülkerim” derdi. Gazeteyi satarken sadece şu “reklamı” yapardı, “Atayolu, şehrimizdeki cinayetleri yazıyor.” Biz çocuk halimizle gülerdik. Büyükler Abdülkerim’e “Atma ulan, her gün cinayet mi olurmuş, burası Antakya Şikago değil” derlerdi.
Meğer Abdülkerim geleceği görmüş. Abdülkerim şimdi yaşasa ve gazeteler geçmişte olduğu gibi sokak satıcıları tarafından dağıtılsa, gazete dağıtıcısı Abdülkerim “şehrimizdeki cinayetleri yazıyor” diye bağırsa, tek bir Allah’ın kulu bu “habere” ne şaşar, ne de dönüp merakla bakar.
Resim böyle. Resme baktıkça şunları düşünmekteyim:
Başkan Öcalan Cumhuriyet’in sadece Türk sütunu üstünde duramayacağını, Kürt ulusunun entegrasyonuyla Cumhuriyet’in iki sütuna dayanarak yıkımdan kurtulacağını, yıkılırsa yalnız Türk halkı değil, şu yeni dünya şartlarında Kürt halkının da enkazın altında kalacağını görmüştür. Zaman zaman uzun yıllar tecrit altında kalan ve şu anda bile bizlerle kıyaslanırsa sınırlı enformasyon kaynaklarına sahip olan Başkan’ın, bu “Türk sütununun” ahlaki bir krizle çürümekte olduğunu görüp görmediğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Böyle düşündüğüm anlarda imdadıma, Apocu “ahlaki politik toplum” paradigması yetişiyor ve Başkan Apo’nun çok iyi bildiği savaş sürecinde, önce hakikatin, sonunda da ahlakın öleceğini öngördüğünü anlıyorum.
“Belki, diyorum, barış ve demokratik toplum süreci, Cumhuriyetin hepimizin üstüne yıkılmasını önleyebilir.”
Ama ahtapot bana “iyimser olma” diyor ve hemen rakibini “ahtapot” olmakla suçluyor; norm dışı devletle norm içi devlet, devletle mafya, mafyayla mafya, AKP’yle CHP birbirleriyle amansız bir savaş içinde. TSK ile HPG arasında süren savaşın sonu şu anda, olmazsa er ya da geç barışla sonlanır, ama resimdeki amansız savaşların sonu felaket olacaktır.
Düşünün dağa giden gençler, hiçbir kriminal suça karışmamış tertemiz gençler olarak barışla birlikte aramıza katılacaklar. Zindanlarda boyun eğmeyen genç kadınlar, erkekler gülerek zindanlardan çıkacak, hepimizle kucaklaşacaklar. “Daltonlara” giden gençler ne olacak? Birbirini vuran “tetikçiler”, torbacılar, uyuşturucu bağımlıları, fuhuşa sürüklenenler, “fenomenler”?…
Bir, kaleşnikoflu kadın-erkek gencecik gerillaların resimlerine bakıyorum, bir de yüzbinlerce dolarlık lüks cipe yaslanmış, elinde Amerikan malı uzun namlulu silahla poz veren, gömleği göbeğine kadar açık mafyozların resmine bakıyorum…
Her iki resimdekiler toprağa düşmüş.
Soruyorum:
Hangi resmi evinizin duvarına asarsınız?









