Umuda sığınıyoruz, aklımıza mukayyet olmaya çalışıyoruz, doğrusu başkaca da hünerimiz yok bu çıldırtan zamanlarda. Söylen-e-meyen sözler, üstü kapalı açıklamalar, haklı olmanın yetmediği zamanlar. Her an gündemin değiştiği fakat buna rağmen televizyonlarda tartışanların değişmediği, açtıkça mide bulandırıp kanal zapladığımız günler, benzeşen günler, karantinaya bir türlü gir-e-meyen ülke insanlarının günleri.
Saniyeleri, dakikaları, saatleri su gibi geçen ama acısı, öfkesi geçmeyen, dinmeyen günler. Yokluğun, yoksulluğun tavan yaptığı günlerde, Alişan’ın kaçak restorantlarda yediği yemeklerine karşılık, zabıtanın ekmek parasını çıkartmak isteyen çocuğa “devleti tanıyacaksın” diye saldırarak tanıttığı günler, cinetten günler. Öyle günler ki evinde televizyon olmadığı için sokağa çıkma yasaklarından haberi olmayan boyacı babanın, boyaya çıktığı günler.
Ve Gülistan Doku’suz günler; 330 günden fazla kayıp olduğu ve bir türlü bulunamadığı günler…
Her sabaha kapkara bulutlarla uyandığımız, tecavüzle uyandır-ıl-dığımız, kendimizden tiksindiğimiz günler. Alıştırılmaya çalışılan günler, bir kezden ne olur denen zamanlar, karanlık çağlar, Musa Orhan’ın özgürce dolaştığı ülkede, özgür dolaşamayan 18-20 yaş altı çocuklar. Karantina yasaklarından değil elbette, tecavüzden, tacizden kaçan çocukların olduğu günler, kız ya da erkek değil çocuk. Ses olamadığımız, çığlığına çığlık olamadığımız çocuklar; Gercüş’te 27 üniformalı erkeğin tecavüz ettiği çocuk karşısında çoğalan, artan Musa Orhan’lar…
Her güne tüketen öznelerin yasaları, kolluk güçleri, sermayesiyle doğa talanıyla, yıkımla başlayan günler. Yok olan dereler, çaylar, dağlar, taşlar, bahçeler, ormanlar, her güne bir hashtag, basın metinleri, imza kampanyaları ile başlayıp ipten canlı aldığımız günler, ABD’den gelen iş adamına dağ keçileri avlansın diye teşvikle izin verilen günler, ilginç öznelerin, ilginç cinayetleri. Cinayetçiye, tacizciye, tecavüzcüye ceza verecek hakimi, cezaevini bulamayan günlere karşın, yok olan çocukluklar, yiten gençlikler, tüketilen zamanlar.
Suyun şişelerle, barajlarla, HES’lerle tutsak olduğu, Katar’a su satılan günler, devlet sırrı gizli mutabakatlar. Kuraklığın kendini her gün biraz daha hissettirdiği bilimsel verileri bir kenara bırakan, yetmeyen yasaları torba yasalarla geçiren halk iradesiyle seçilenlerin, halka karşı oylayan ellerin olduğu günler. Bilime sırtını dönen halktan, yönetimlere, ülkeden beyin göçüyle muhacirleşen gençlerin karşısında, üfürükçülerin bir köye uzun nefesiyle üfürerek Kovid-19 bulaştırdığı günler.
Asgari ücretin bıktıran tartışmaları, toplantıları, sendikaların güç getiremeyişleri ve ceptekinin bir pazarla bitmesine karşılık belirlenen ücretin yetemeyişi. Yetmeyen ücretle ev geçindiren babaların, annelerin bıktıran çarşılar, el yakan tezgahlardan sonra eve boş gelen elleri. Kızıltepeli bir babanın, annenin internet bağlayamadığı evin çocuğunun kapalı bir internet kapısını mesken ettiği günler.
Ve dile gelemeyenlerin isyanı; intihara götüren gerçeklikler, geçinemeyen müzisyenlerin enstrümanlarını parçaladığı görüntüler. Karantinaya giremeyen ama a-normal günlerinden de vazgeçmeyen ülke gerçeğine karşılık, Kovid-19 karnesinde artan ölümler, vakalar.
Ve batan esnaflar karşısında yükselen şirketler, mevduatı büyüyen bankalar, hisse değeri yükselen kağıtlar ve yine aşı reklamları. Ecza şirketlerinin çok para kazandıracak sahte umutlar aşıladığı –reklam- aşılar. Aşıya karşıtlar, aşıyla çip takılacağını düşünenlerin, komplo teorileri, kıyamet senaryolarına eş korkuların yarattığı günler.
Ve son olarak bildiklerimizin, gördüklerimizi anla-t-maya yetmeyen dilin kelimeleri…