Birkaç gün önce ibretlik bir olaya tanıklık ettik.
Bu olay, Türkiye’de “siyasal analiz” denilen olgunun nasıl bir vasatlık ayinine dönüşebildiğini göstermesi açısından çok kıymetli.
Koç Üniversitesi’nden CHP’li bir akademisyen, Ekim 2025’te Michael M. Gunter tarafından “Yeni Türkiye-PKK barış sürecinin neden muhtemelen başarısız olacağı” başlığı ile yazılan bir makaleyi Twitter’de saklayamadığı bir iştahla paylaştı.
Söyleyecek birkaç sözüm var, ama ona geçmeden Amerikalı akademisyen Michael M. Gunter’a kısaca bakalım. Gunter, Kürt meselesi üzerine yazan biri, pek çok çalışması var. Bu çalışmalardan hareketle, Gunter’e temel eleştirinin doğrudan Kürt öznelliği-Kürtlerin çıkarını değil de Kürtler üzerinden AB/D’nin çıkarlarıyla örtüşmesine odaklanması. Gunter, Kürtler bağlamında derin sosyolojik analizden çok kronolojik olarak meselelere bakıyor. Yazdığı makaleden de bu tarzı görülebilir. Yani Gunter’de Kürt toplumsallığının dinamiklerini pek göremezsiniz. Kürt meselesini liderlik kültü üzerinden okuyan, kadın-ekoloji gibi alanları es geçen bir siyasal okuması var. Öcalan’ın felsefesini manevra olarak okuması da eleştiri konusu bildiğim kadarıyla. Kürtlerin isyan olgusunu, sosyalist karakterini, devlet dışı yaşam arayışını doğru gören ya da buna dönük kafa yoran biri değil. Kürt meselesini yönetilmesi gereken bir konu olarak ele alır. Fakat batı dünyası için jeopolitik eksende bir çeşit “bilgi” odağıdır.
Konuya geri dönersek;
Peki, hemen üzerine atlanan ve neredeyse tüm barış süreci karşıtlarının coşkuyla karşıladığı makale ne anlatıyor?
Özetle, “Geçmiş deneyimlerden gördüğümüz üzere bu süreç de başarısız olacak. Erdoğan’ın tek amacı seçimlerdir, Kürtlere oyun oynuyor” diyor.
Bunlar bir analiz değil artık. Türkiye’deki herhangi bir kahvehanede, ortalama bir ulusalcıdan veya günde 1-2 saatini Sözcü-Halk TV ekranında geçiren birinden düzenli duyduğumuz şeyler… Fakat makalede yeni olan tek şey bayat bir sığlık. Gündem olmasının nedeni de bu zaten. Ne diyor? Sayın Öcalan’ın uzun tutukluluk süresi nedeniyle sağlıklı düşünemediğini, hatta “Stockholm Sendromu” yaşadığını iddia ederek analiz altında hakaret kasıyor.
(Burada bir parantez açarak ifade edeyim. Özgür Özel’in sendrom çıkışı acaba kaynağını bu makaleden mi alıyor? “El yükseltme” adı altında yaptığı o tuhaf manevralara bu ve benzeri makaleler mi verdi? CHP’li akademisyenler ve Özel arasında yaşanması olası bir paslaşma olarak da görülebilir. Bu senaryoyu yabana atmamak gerektiğini de belirterek parantezi kapatıyorum.)
Hakaret ve küçümseme ile bezenmiş, bu süreç olmaz demek dışında makalede bir şey yok.
Bir insanın cezaevinde uzun süre kalmasını da suç ilan etmesi ve gerçekliğin iflası olarak ifade etmesine de ne denilebilir bilmiyorum. Allah herkese böyle akıl tutulması nasip etsin, ne diyelim…
Konunun trajik kısmına gelebiliriz.
Paylaşımın altında, üstünde yazılanlara baktım uzunca. Sanki hazine bulunmuş, sanki Mesih beklenen tableti indirmiş ve emri vermiş gibi metne üşüşmüş süreç karşıtları. Öyle ya hem Kürt meselesi ile ilgili kitapları var hem yabancı hem de bizim gibi düşünüyor! Bir insan daha ne ister? Barışa olan inançsızlığı besleyen, imkansızlığı fısıldayan bir metin elbette tatlı gelir onlara. Bundan ötürü de herkes bir yerinden tuttu ve kendi takipçilerine koştu.
Şimdi de meselenin sefalet kısmına gelelim.
Madem “birileri” bir şey diyor ve bu kadar değerli oluyor? Son dört beş aydır, aralarında fikirleriyle kitaplarıyla dünyayı sarsan isimlerin de olduğu ve şimdiye kadar 65 ismin yaptığı açıklamalar neden görülmedi? Neden meselesi kriminalize ve sulandıran bir ismin peşine takılanlar diğer hakikatten ödü kopuyor? Açıklamayı görünce kafasını kuma gömüyor?
Çok değil birkaç örnek vereceğim.
Edgar Morin, Alain Badiou, Slavoj Žižek, Étienne Balibar, Michael Löwy, John Holloway, Enzo Traverso, Simon Critchley, Michael Hardt, Gayatri Spivak, Martin Jay, Donna Haraway, Alenka Zupančič, Hamid Dabashi, Mahmood Mamdani vs…
İddia ediyorum bu yazarların hemen hepsinin bir şekilde kitaplarını severek okudu bu insanlar ve şu an kütüphanelerinde duruyor.
Bu isimler ve daha fazlası, Öcalan’ın fikirlerine, geliştirdiği paradigmaya ve barış sürecinin başarıya ulaşmasının küresel önemine dair destek mesajları yayınladılar. Tüm mesajlar Türkçe olarak da yayınlandı. Bu insanlar çok ileri şeyler söylediler.
Mesela Badiou, “Evrensel bir hakikat arayışı”, Michael Löwy “Öcalan’ın çözüm önerilerinin Ortadoğu ve dünya solu için kurucu bir referans olması gerektiğini”, John Holloway, “Bu çağrı ve çabanın iktidarı ele geçirmeden dünyayı değiştirmeye çalışan dünya halkları için en yaratıcı ve umut verici deneyimlerden biri olduğunu”, Lise Herzog “Öcalan’ın açtığı diyalog ve eşit yurttaşlık perspektifinin, sadece Türkiye için değil Avrupa demokrasisi için de kritik bir örnek oluşturduğunu”, Slovaj Žižek, “Ortadoğu’nun tek demokratik çıkış yolu olduğunu” ve Spivak “yeni bir yaşam grameri” diyor. Daha nice görüş, analiz ve destek var.
Peki esin kaynağı bu isimler neden hiç gündem olmadı?
Cevabı basit: Hiçbiri hakaret etmedi.
Hiçbiri “Stockholm Sendromu” gibi ucuz psikolojik yaftalamalara girmedi.
Aksine, son derece net, teorik altyapısı ve felsefi derinliği olan açıklamalar yaptılar. Kürt meselesini sadece Türkiye’nin değil, dünyanın demokratik geleceğinin bir parçası olarak gördüklerini ifade edip destek yolladılar. Kürtlere ve onların siyasi iradesine hakaret etmiyorlar. Kimseyi kandırılmış, hastalıklı vs. görmüyorlar. Tam tersine kurucu bir yerden hakkını teslim ediyorlar. Bundan ötürü Balibar’ın, Traverso’nun, Badiou’nun tek bir cümlesi tartışmaya açılamıyor ama Gunter’in sığlığına iştahla kulaç atılıyor.
Süreci bir tarafa bırakın, bundan daha rezalet bir şey olabilir mi? Türkiye’deki ‘entelektüel’ sefalet bu işte. Bir açıklamanın/metnin ilgilerini çekebilmesi için veya “analiz” olabilmesi için Kürtlere, siyasi kararlarına, liderlerine hakaret etmesi gerekiyor. Olumsuzlama ve aşağılamanın koyu renklerini taşımalı…Şayet bir metin Kürtlerin stratejik kararlarını, siyasete yaşamları pahasına verdikleri kuramları, kavramları ve özne oluşlarını onore ediyorsa vay sen misin bunu diyen? İstersen Fanon ol istersen Wallerstein ol…
Bu durum sadece bir ikiyüzlülük veya karaktersizlik olarak ele alınamaz. Kürtlerin barış çabasına ve bu uğurda aldıkları siyasal-toplumsal kararlara karşıtlık edeyim derken nasıl bir akıl ve duyu yitimine sürüklendiklerinin de belgesidir. Barış, bu kesimler için tehdit olmuş. Oysa barış dediğimiz şey bir nimettir, fakat karşıtlığı için bu kadar çığırtkanlık, vasatlık biraz fazla… Bu bakımdan Gunter’in acınası sularında serinlemeye çalışmak beyhude. Bir anlamı yok.
Siyasette eleştiri en doğru şey. Erdoğan’ın başta seçim olmak üzere birçok hesabı olacaktır. MHP’nin de vardır. Yine somut adımların atılmamış olması ve bunun yarattığı güven krizi gibi daha nice mesele var. Bunlar eleştiri konusudur fakat Kürtlere hakaretin değil. Hele en ufak bir diyalogu komplo, teslimiyet ile ifade etmek hiç eleştiri değildir. Geçiniz…
Barışın adını sendrom, sefaletin adını analiz koyanlar kaybedecek.
Neyse ki tarih Gunter’in sendrom hezeyanları değil, Morin’in duygusunu, Löwy’nin analizini, Therborn’ın dileğini yazacak.









