Memleketin dört bir yanında fabrikaların, atölyelerin, depoların kapısından içeri giren her işçi, aslında aynı hikâyeyi taşıyor omuzlarında. Adı farklı olsa da yaşanan aynı: alın teri, geç gelen maaşlar, eksik yatan mesailer, kaybolan yıllar ve nihayetinde karşılarına dikilen o meşhur “arabulucu” masası… İnsanın içini burkan, romansı bir hüzün var bu masada. Bir yanıyla bir hayatın, bir emeğin bütün izlerini taşıyor; öte yanıyla hakların usul usul masadan eksildiğini.
Eskiden işçinin hakkı mahkemede aranırdı. Şimdi kapıya bir tabela asıldı: “Arabulucuya gittin mi?” Devletin zorunlu kıldığı bu yeni düzen, kağıt üzerinde uzlaşma; gerçekte patronun zırhı oldu. Çünkü masaya oturulmadan önce bile herkes bilir: kimin sözü daha gür çıkar, kimin avukatı daha kuvvetlidir, kimin masası daha yüksekten bakar.
Patronlar maaşları aylarca geciktiriyor, fazla mesaileri görmezden geliyor, yılların kıdemini bir çırpıda yok sayıyor. Sonra da işçiyi alıp arabulucu masasına getiriyorlar. Sözde “uzlaşma”, gerçekte “zorunlu boyun eğme”. İşçinin avukatı yok, bilgisi yok, hakkını arayacak nefesi bile çoğu zaman kalmıyor. Patronun anlaştığı arabulucu, patronun avukatı, patronun dili, patronun gölgesi… Her şey patron tarafından kurulmuş bir düzen gibi. İşçi o masaya oturduğunda, yıllarını verdiği emeğin hesabını değil, mecburiyetini konuşuyor aslında.
Dillerinde hep aynı cümle: “Dava açarsan yıllarca sürer, paranı da geç alırsın.” İşçiye ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlar. Koca bir ömrün alın teri, üç beş kuruşa sıkıştırılıp “Tüm haklarımı aldım.” diye imza attırılıyor. Sanki hak değil, lütuf veriliyor. Sanki adalet değil, pazarlık yapılıyor. Sanki işçi kendi alın terini değil, patronun gönlünü almaya çalışıyor.
Arabuluculuk sistemi işçiyi korumak için kondu denildi ama bugün geldiği noktada patronun en büyük silahına dönüştü. İşçinin elinden mahkemeye gitme gücünü aldı, masada sıkıştırıp susturma aracına dönüştü. Bu düzen işçiye adalet dağıtmıyor; işçinin sesini, öfkesini, hak talebini bastırıyor.
Oysa işçinin masada değil, adaletin terazisinde hakkını araması gerekir. Arabuluculuk, “zorunlu” olduğu sürece uzlaşma değil; eşitsizliğin resmî kılınmış hâlidir. Bu nedenle bu düzen artık yeniden ele alınmalı: İşçi kendi avukatıyla, sendikasıyla, bağımsız bir hukuk zeminiyle konuşmadan gerçek bir adalet sağlanamaz. Zorunlu arabuluculuk kaldırılmalı, iş mahkemeleri ve istinaf mahkemeleri hızlandırılmalı, işçinin hak arama yolu genişletilmelidir. Çünkü hakkını arayamayan işçi, emeğini savunamayan memlekettir.
Bugün arabulucu masasına oturtulan binlerce işçi var. Alın terinin üzerine çöken o ağır gölgeyi her gün hissediyoruz. İşte bu yüzden bu mesele sadece bir hukuki düzen değil; bir ekmek mücadelesidir, bir onur meselesidir. İşçinin hak arama yolunun önüne konan bu duvar daha fazla büyümeden kaldırılmalı. Emeğin değeri, masadaki imzayla değil; adaletle yazılmalı.
İşçinin hakkı pazarlık konusu değil; memleketin vicdanıdır. Ve bu vicdan, zorunlu arabuluculuk gibi bir düzenin gölgesinde bırakılmamalıdır.









