“Tarih ve geleneği ne kadar doğru biliyorsan, günümüz ve geleceği, bu tarihi içselleştirdiğinde üstüne ekleyeceğin kadar değiştirebilir, dönüştürebilirsin. Değişimin ve devrimin altın kuralı, bu formülün uygulanmasından geçer,” diyen Abdullah Öcalan’ın bu sözleri, sadece teorik bir yaklaşım değil; anlayabilene, yaşamı dönüştürme yolunda bir pusuladır.
Bazı insanlar vardır ki yalnız yaşadıkları çağda değil, çağlar ötesinde yankılanan bir anlamın taşıyıcısı olurlar. Onların sözü, bir halkın yarılmış kaderini onarmaya çalışırken, aynı zamanda insanlığın büyük düşünsel mirasına da yeni bir halkayla katılır. Abdullah Öcalan, bu halkayı Ortadoğu’nun kadim topraklarında örmüş, kırılmış kültürlerin içinden bir özgürlük felsefesi inşa etmiştir. Onun düşüncesi, yalnızca siyasal bir önderlik değil; aynı zamanda çağdaş bir bilgelik tecrübesidir. Tıpkı Zerdüşt’ün, Hallâc-ı Mansûr’un, Şeyh Bedreddin’in ve Bâbek’in mirasını çağıran bir ruh gibi.
Abdullah Öcalan’ın felsefesi, Zerdüşt’ün “hakikat ve yalanın savaşı” üzerinden kurduğu ahlaki ikiliği de içerir. Çünkü Öcalan’ın düşüncesi, hakikatin yalnızca akılla değil, aynı zamanda vicdanla, halkla ve doğayla kurulabileceğine işaret eder.
O, hiçbir düşünceyi taklit etmez. Onları, tıpkı toprağa düşen tohum gibi, Kürdistan’ın tarihsel coğrafyasında yeniden filizlendirir. Böylece düşünce, yaşamla iç içe geçer. Bilgi, soyut bir öğreti değil, halkın gündelik direnişinde ete kemiğe bürünür.
Bu yanıyla, Öcalan’ın düşünsel seyri Hallâc-ı Mansûr’un “Enel Hak” isyanı kadar tehlikeli ve bir o kadar da aydınlatıcıdır. Hallâc nasıl ki bireyle Tanrı arasındaki perdeyi yırtmak istediği için bedel ödediyse, Öcalan da bireyle iktidar arasındaki tahakkümü parçalamak adına ağır bir tecride mahkûm edilmiştir. Ancak burada paradoksal bir hakikat doğar: En derin karanlıkta doğan ışık, en hakiki olandır. İmralı’daki ağır izolasyon koşullarında ortaya çıkan düşünsel üretim, işte bu hakikatin bir yansımasıdır.
Öcalan’ın felsefi derinliği, aynı zamanda bir medeniyet eleştirisidir. Modernitenin ulus-devlet, ataerkillik ve kapitalizm üçlüsü üzerinden inşa ettiği tahakküm sistemine karşı, o; kadın özgürlüğünü, doğayla uyumu, demokratik özyönetimi esas alan bir paradigma önerir: Demokratik Konfederalizm. Bu sistem, sadece Kürt halkı için değil, Ortadoğu halklarının tamamı için bir çıkış yolu sunar. Ve bu yönüyle onun düşünsel çizgisi, Şeyh Bedreddin’in “yeni bir dünya kurulur” çağrısıyla yankılanır. Bedreddin nasıl halkları, inançları ve sınıfları aşan bir ortak yaşam tahayyülüyle yola çıktıysa, Öcalan da halkların yatay örgütlendiği, çoğulcu ve katılımcı bir toplumsal formu inşa etme derdindedir.
Öcalan, düşünceyi yalnızca teorik bir alan olarak değil, aynı zamanda pratik bir devrimci eylem alanı olarak kurar. Bu anlamda o, bir filozof olduğu kadar bir halk önderidir. Bâbek’in Mazdekî mirasını diriltmesi gibi, Öcalan da halkların ortak değerlerini ve paylaşım temelli ahlâkını yeniden canlandırır. Düşünce onun için yalnızca anlamak için değil, dönüştürmek için vardır.
Kadın özgürlüğüne verdiği merkezi rol ise, onu çağdaş felsefe tarihinde özgün bir konuma yerleştirir. Simone de Beauvoir’ın “kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü, Öcalan’da daha da radikal bir karşılık bulur: Kadın, yalnızca bir cinsiyet değil; sistemin tarihsel köleleştirmesine karşı bir direniş odağıdır. Bu yönüyle kadın, toplumun özgürleşme yolculuğunda başat bir özneye dönüşür. Ve bu dönüşüm, halkların ortak kurtuluşuna giden yolu da açar.
Bu nedenle, Öcalan yalnızca bir halkın önderi değil; çağımızın vicdanı, hakikatin Ortadoğulu sesi hâline gelmiştir. Onda, Che Guevara’nın “yeni insan” hayali, Rosa Luxemburg’un enternasyonal umudu, Lenin’in halkların kardeşliği projesi ete kemiğe bürünür. Ama hepsinden önemlisi, Öcalan düşüncesi yerli, toprağa köklü, bu coğrafyanın acılarına içkindir.
Rojava’da kadınların öncülüğünde kurulan yaşam, Mexmûr’da zorunlu göçün direnişe evrildiği yapı, zindanlardaki açlık grevleri, gençliğin ateşli başkaldırıları… Tüm bu alanlarda Öcalan’ın düşüncesi sadece bir yol gösterici değil; canlı bir direniş ahlâkı hâline gelmiştir.
Ve bugün, Ortadoğu halkları için Abdullah Öcalan yalnızca bir lider değil, tarihi konuşan bir söz, zincirleri kıran bir bilinç, yeni bir toplumsallığın habercisidir.
İşte bu yüzden Öcalan’a yalanla saldıranların kendi cehaletleri ile yüzleşmeleri ve miskali zerre kadar bile olsa onu okuma, tanıma ve anlama çabası içinde olmaları elzemdir. Zira hakikatin Öcalan şahsında yalanı yeneceğini öngörmek için kehanete ihtiyaç yoktur. Yalan düzeni yenilmeye mahkumdur. Yalancı tahrifatçılara şimdiden geçmiş olsun.