1990 yılından bu yana insan hakları hareketinin içinden biri olarak kendimi bu kadar öngörüsüz hissettiğim hiçbir dönem olmadı. Çok daha yoğun baskı süreçlerini yaşadık. Bu baskı süreçlerinde özellikle yaşam hakkı ihlalleri büyük bir yer kaplıyordu. 90’lı yıllar coğrafyamızda Türkiye Cumhuriyeti devletinin özellikle Kürdistan’da JİTEM aracılığıyla topluma sadece ölümü dayattığı yılları yaşadık. Çok sayıda insanımız, arkadaşımız gözaltında kaybedildi ve katledildi. Köyler yakıldı, insanlar tutuklandı. İşkence son derece ağır bir biçimde uygulanıyordu.
Gerçekten çok zor yıllardı. Ancak bugün şunu anlıyorum ki devlet aklında hiçbir değişiklik yok.
Evet, artık bilgi dünyaya çok çabuk yayılıyor. O nedenle fiziki saldırılar tabii ki eskisi kadar yoğun değil. Yaşam hakkı ihlalleri, gözaltında kayıplar bunlar biraz da mücadelelerin etkisiyle artık geride kalmış durumda sayılabilir. Ancak ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü önünde çok büyük engeller var.
Bu yazının yazıldığı günlerden birkaç gün önce Van Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atandı. Abdullah Zeydan sadece düşünceleri nedeniyle yıllarca cezaevinde kaldı, büyük hak ihlallerine uğradı. Herkesin yaşamı bir tane, hepimizin hayatı biricik ve o kadar değerli ki zaten ömürler çok kısa. Sadece devleti yönetenler sizin fikirlerinizi beğenmediği için sizi hapse koyuyorlar. Bu Kürtlerin adeta yaşamak zorunda kaldıkları bir kader gibi.
Abdullah Zeydan da bundan nasibini almış, yıllarını cezaevinde geçirmiş bir insan. Abdullah Zeydan’a kayyum atamanın gerekçesini oluşturmak üzere Türkiye Cumhuriyeti devletinin yasalarında yazılı olmayan bir suçtan ceza verildi: “Örgüte yardıma teşebbüs.” Böyle bir ceza, böyle bir yasayı bir hukukçu olarak ben şahsen bilmiyorum. Gerçekten de akıl almaz bir biçimde hukuk dışılık söz konusu. Sadece Van’a kayyum atamak için yarattıkları, olmayan bir suç sonucu Abdullah Zeydan’ın makamına kayyum atandığı gibi halkın iradesine maalesef ki bir kez daha darbe uygulandı. Çok sayıda insan gözaltına alındı, işkence gördü, tutuklananlar oldu. Van’da bir görüntü vardı ki gözaltına alınanlar arasında Diyarbakır Belediye Eş Başkanı Doğan Hatun’un ters kelepçeyle gözaltına götürülüş fotoğrafıydı.
Evet, bir belediye başkanı kendisine ters kelepçe yapılarak 2 polis eşliğinde gözaltına alınarak gözaltı merkezine götürülüyordu ve o anda aklıma gelen tek cümle şuydu “halkın iradesine ters kelepçe.” Gerçekten de yaşadığımız hele ki geldiğimiz 2025 yılını düşünürsek ve dünyadaki diğer halkların yaşadığı ortamları düşünürsek gerçekten akıl dışı bir durum içindeyiz.
Gerçek bir distopya burası. Sanki gerçek değil de bir film içinde, bir korku filminin içinde yaşıyoruz. İnsanlar sadece düşünceleri nedeniyle cezaevindeler. Örgütlenme özgürlüğümüz yok. Kadınlar özellikle İstanbul Sözleşmesi’ndeki imzanın geri çekilmesinin ardından şiddete ve cinayetlere maruz kalıyorlar. Erkeklerin işlediği kadın cinayetlerinde büyük bir artış var. Bu devletin kullandığı ötekileştirici ve nefret üreten dil ile doğru orantılı.
Bir taraftan da yeni bir görüşme süreci var. Böyle bir sürecin yürüdüğünü güvendiğimiz insanlar tarafından öğreniyoruz. Peki bu nasıl bir süreç? Bir taraftan Kürtlere her türlü haksızlığın, her türlü ötekileştirmenin dayatıldığı ifade ve örgütlenme özgürlüğünün yerle bir edildiği bugünlerde nasıl bir süreç devam ediyor, nasıl bir sonuç alınacak?
Tabii ki bu süreci tek başına bizim yaşadığımız coğrafya ile sınırlamak mümkün değil. 4 parçaya ayrılmış bir Kürdistan coğrafyası var ve her bir parçada olan gelişme diğer parçayı etkiliyor. Bugün yaşadıklarımızın tek nedeni de bu. Rojova’da, Suriye’de meydana gelen gelişmeler ve büyük bir belirsizlik söz konusu. İnsanlar yaşadıkları baskılara karşı ses çıkarırken bile adeta “sürece zarar verir miyim” diye düşünmeye zorlanıyorlar.
O nedenle her zaman bir siyasetçi olmadığım için şükrediyorum. Çünkü siyasetçi olduğunuzda daha dikkatli bir dil kullanmak durumundasınız. Oysa insan hakları savunucusu olarak daha özgür bir ortama sahibiz. Bu nedenle bu devletin kuruluş kodlarının maalesef ki hiç değişmediğinin farkında olan biri olarak çok da umutlu olduğumu söyleyemiyorum. Bir taraftan siyasal iradenin uygulamaları diğer taraftan da ana muhalefet ve onun destekçilerinin çapsızlığı ve politikasızlığı.
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı ve “hedef İmamoğlu” söylemi dışında hiçbir söylem üretemeyen CHP’den bir şey beklemek mümkün mü? Ben kendi adıma bunu hiçbir şekilde beklemiyorum. Böylesine bir ortamda bizi umutsuzluğa sürükleyen birçok etken var. Ama her zaman “bu mücadeleye neden devam ediyorum?” sorusunu sorduğumda, verdiğim cevabı bir kez daha kendime veriyorum.
Biatsız muhalefet adına mücadeleye devam diyorum. Çünkü bizim ölülerimize borcumuz var. Bu coğrafyada gerçek anlamda muhalefet, resmi ideolojiyi hem iktidarı hem ana muhalefeti eleştiren tek bir muhalefet var; o da %15 en fazla %20 olabilen biatsız muhalefet. İşte bugün sadece ben hala bu muhalefete güveniyorum. Bu muhalefetin sonunda herkese, coğrafyanın her tarafında hak ihlallerine maruz kalanlara doğru yolu göstereceğine inanıyorum. Bu nedenle de her zaman olduğu gibi bir kez daha imkansızı istemek bizim zorunluluğumuz. Umudumuzu kaybetmemek zorundayız.