Dünya tarihine baktığımızda savaşların, çatışmaların ve baskıcı yönetimlerin en büyük mağdurlarının emekçiler ve halklar olduğunu görürüz. Tüm savaş ve çatışma süreçleri aynı zamanda sınıfsal süreçler olarak sonuçlar doğurur. Savaşlar zenginleri daha zengin eder, yoksulları daha da yoksullaştırır.
Savaş ve çatışma politikalarında ısrar eden iktidarlar ölenlerin kendi çocukları olmadığını ama her türlü kazançlı çıkanlarını egemenler olduğunu bilirler. Savaş ve çatışma dönemlerinde kutsadıkları ölüme hep emekçilerin, yoksulların çocukları gönderilir.
Bununla da sınırlı değildir savaş ve çatışma süreçlerinin sonuçları. Çatışma ortamında hak aramak zorlaşır, “ülkenin çıkarı” diyerek sendikalar zayıflatılır, “milli menfaatler” denilerek, emek mücadelesi ikinci plana itilir. Sendikacıların bir bölümü bu hesabın bir unsuru haline gelir.
Oysa barış, emekçilerin ve halkların daha adil, daha özgür bir yaşam kurabilmesi için temel koşuldur. Bu yüzden Kürt sorununda barış mücadelesi, emeğin ve emekçilerin de mücadelesidir.
Savaş ve sömürü arasındaki bağ
Kapitalist sistem, savaş ve çatışmalardan beslenir. Türkiye’de yaşayarak gördüğümüz gibi kuralsız çalışma yaygınlaşır. Savaş dönemlerinde sermaye sahipleri “vatan, millet” diyerek silah sanayisini daha çok işletir, bu alana yapılan yatırımları kutsanır ve bu alandaki ger yeni gelişme ülkenin geleceğiyle ilişkilendirilerek anlatılır. Savaş ve çatışma dönemlerinde kapitalistler büyük projelerini ve kriz ekonomisini kullanarak kârlarını büyütürken, emekçiler ve yoksul halk kesimleri daha da zor duruma düşer. Kamu kaynakları, halkın refahına harcanması gerekirken savaş bütçelerine aktarılır. İşsizlik artar, enflasyon yükselir, temel haklar askıya alınır, grevler yasaklanır ve sendikaların sesi kısılır.
Kırk yıldır süren çatışma sürecine ve sonuçlarına bakıldığında hem insan kaybı hem de ekonomik tablo bize bu açılardan çok şey söyler. Bugün yaşanan açlık, sefalet, işsizlik, enflasyon, katlanan iç ve dış borç, uluslararası tefecilerin eline düşmüş bir ekonomi söz konusuysa, bunda ısrarla sürdürülen çatışma politikalarının payı çok yüksek.
Bir yandan silaha yatırılan kaynaklar, diğer yandan otoriter rejime gerekçe yaratılarak işçi ve emekçilerin açlığa ve yoksulluğa mahkum edilişini görüyoruz. Kendi iktidarlarının ömrünü uzatmayı ülkenin kaderi, ülkenin bekası meselesi olarak sunmayı çatışma ve savaş politikalarından güç alarak uygulayabiliyorlar.
Dünya bunun örnekleriyle dolu. Ortadoğu’daki savaşlar, Arap, Fars, Türk ve Kürt halkının diğer tüm inanç ve kültürlerden halkların refahını ve özgürlüğünü tehdit ederken, aynı zamanda her ulus ve inançtan işçi sınıfını ve emekçileri de baskı altında tutmaktadır.
Türkiye’de yaşanan siyasi gerilimlerin, emekçiler arasındaki ayrıştırıcı etkenlerin ısrarla sürdürülen şiddet politikalarından güç aldığını görüyoruz. Ülke tam bir açık hapishaneye dönüştürülmüşse bunda on yıllardır süren şiddet politikalarının etkili payı var. Sadece Kürt halkının haklarını değil, şiddet politikaları aynı zamanda tüm işçilerin ve emekçilerin haklarını da baskılayan bir mekanizmaya dönüşmektedir. Egemenlerin elindeki bu “gerekçeyi” almak halklar bakımından çok önemlidir.
Bundan dolayıdır ki 1 Ekim 2024 tarihinden bu yana gündemde olan gelişmeleri sadece Kürtleri ilgilendiren bir sonun olarak görmek yerine Türkiye’nin geleceğiyle ilgili bir sorun olarak görmek gerek. Konuyu sınıfın ve emekçilerin, tüm Türkiye halklarının dışında cereyan eden bir sorun olarak görüp ilgisiz kalmak ya da taraflardan birinin çıkarına başka bir kesimin zararına olacak bir gelişme olarak dar bir çerçeveye sıkıştırarak değerlendirmek yanıltıcıdır. Zira barış herkese, tüm halklara, ülkeye ve bölge halklarına kazandırır.
Barış emekçilerin zaferidir
İktidar her geçen gün daha otoriter bir hal alıyorsa bunda Kürt halkının demokratik Türkiye ve Kürt sorununun demokratik çözümü mücadelesinin Türkiye halklarınca bir demokratikleşme sorunu olarak ele alınamayışının payı büyük. Eşit haklar talebinin şiddetle eşdeğer görülmesi ve özgürlükler meselesinin kriminal hale getirilmesinin önüne güçlü birleşik bir barış hareketiyle çıkmak pek ala olası. Çünkü barış çabasını ve mücadelesini demokratikleşmeden, hak ve özgürlüklerin kazanılmasından ya da ona olanak yaratacak süreçten bağımsız düşünemeyiz. Zira gerçek barış, yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda sosyal adaletin tesisinde olanaklar yaratacaktır.
Ezilen ve sömürülen tüm kesimlerin bir araya gelmeleri ve ortak mücadele etmelerini engelleyen, kamplaşmaları sağlamada önemli bir araç haline getirilen şiddet politikalarının ortadan kaldırılması Türkiye’de emekçi sınıflar için yeni bir safha olacaktır.
Ancak barış mücadelesi yürütülürken aynı zamanda talepler daha görünür kılınmalıdır. Barış süreci, emeğin kazanımlarını artıracak şekilde örgütlenmelidir:
- Silahlanma ve güvenlik harcamalarına aktarılan kaynaklar, eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlere yönlendirilmelidir.
- Kürt halkının dil, kültürel, siyasi ve ekonomik hakları tanınmalı, yerel yönetimler güçlendirilmelidir.
- İşçilerin ve emekçilerin sendikal hakları genişletilmeli, güvencesiz çalıştırılma koşulları son bulmalıdır.
Bir kez daha vurgulayacak olursak; Türkiye’de ve dünyada halkların barış, özgürlük mücadelesi ile emek mücadelesi birbirinden ayrı değildir. Dolayısıyla “Barış süreci”, işçilerin ve emekçilerin daha güçlü, örgütlü ve hak sahibi olmasını sağlayacak bir fırsattır.
Barış ve emek için birleşmek
Barış ve emek mücadelesi, ancak halkların, işçilerin, kadınların, gençlerin ve tüm ezilen kesimlerin birlikte hareket etmesiyle başarıya ulaşabilir. Bu yüzden, sadece Kürt halkının hakları için değil, tüm emekçilerin ortak geleceği için bir dayanışma ağı örmek gereklidir.
“Ekmek, adalet ve özgürlük için barış!” şiarı etrafında birleşerek, barışı ve emeği savunan bir toplumsal dönüşüm için mücadele etmek, sadece Kürt halkının ya da işçi sınıfının değil, bir avuç savaş bezirganı dışında tüm toplumun kazancı olacaktır.
Kararlı bir mücadeleyle halkların barışı emeğin zaferi hanesine kaydedilebilir. Çünkü barış ortamında emekçiler haklarını daha güçlü savunabilir, halklar kendi geleceğini özgürce belirleyebilir, çocuklar savaşın gölgesinde, ırkçı ve şoven söylemle zehirlenerek değil, eşitlik ve kardeşlik içinde büyüyebilir. Kadınlar eşitlik ve özgürlük mücadelesinde daha büyük mesafe katedebilir. Özcesi, emeğin ve halkların ortak mücadelesiyle gerçek barış, özgürlük ve adalet mümkündür.