Son zamanlarda okuduğum ve okumayı düşündüğüm kitapların bir kısmı cezaevi üzerine ve cezaevlerinde yazılmış çalışmalar, kitaplar, notlar. Başta Gramsci’nin Hapishane Defterleri ve Michel Foucault’un Hapishanenin Doğuşu. Ayrıca Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’na göre kapatılmanın bir hayli sert yaşatıldığı Türkiye cezaevlerinden çıkan kitaplar: Selahattin Demirtaş’ın Seher ve Devran’ı, Gültan Kışanak’ın Kürt Siyasetinin Mor Rengi, İdris Baluken’in Üç Kırık Dal ve Oko’su, Ahmet Altan’ın henüz okuyamasak da bizlerle buluşan kitabından bazı bölümler ve büyük bir sabırsızlıkla beklediğimiz Aslı Erdoğan’ın ve Eren Erdem’in cezaevi deneyiminin dolandığı öyküleri.
Belli bir siyasal bilinçle cezaevine girenlerin bir biçimde kitap kurdu ve/veya yazar olması, cezaevine girişiyle birlikte okurları tarafından fark edilmesi sıkça karşılaşılan bir olgu. Aslı Erdoğan’ın öykülerini, cezaevine girişinden sonra fark ettim ve çok severek okudum, cümlelerinin güzelliğini hayranlıkla izledim. Siyasetin tüm hoyratlığına rağmen yetişen, kendini yetiştiren onurlu, kırılgan ama bir o kadar da cesur insanları yazdıklarıyla tanıdım.
Cezaevindeki bedenlerin, kendini ifade ve gerçekleştirmelerinin zorunlu bir uğrağı okumak ve yazmak kanımca. Kimi sadece okur, kimileri de hem okur hem de yazar ve tarihe kayıt düşer. Bu “varım” demenin, bir varoluşa yönelmenin ve tüm engellere rağmen büyük toplumsal bedenle buluşmanın etkili bir yolu. Yazın yoluyla hayatlar, başka hayatlarla karşılaşıyor ve hikâyeler başka hikâyelerle buluşuyor. Bu iktidarların pek de hoşlanmadığı bir şey. Yani cezaevi edebiyatı ile hayat bir biçimde kaydediliyor. Kaydedilen zalimler, düşün dünyasında ve kitaplarda mahkûm ediliyor.
Yücel’den Yeşillere mektup
İyi bir okuru olduğum Tahsin Yücel’in iki kitabındaki değerlendirmesi ve öngörüsü ile başlayayım. Tahsin Yücel, Yüz ve Söz adlı denemesinde (1) Yeşil Panterler başlığı ile bir yazı yazmış. Yeşil panterler diyerek kastettiği Almanya’da Yeşiller Partisi’nin önde gelen milletvekili Angelika Beer ve diğer bazı vekiller. Beer, Almanya Dışişleri Bakanı’na yazdığı açık mektupta “Türkiye’de sivil halkın bir kesimine karşı bir savaşın sürdürüldüğü” iddiasını ile sürerek Almanya’nın Türkiye’de açmayı planladığı bir fabrika projesinin iptalini talep etmiş.
Tahsin Yücel kuşkusuz barış yanlısı, ama asıl olarak yazıda Yeşiller Partisi’ne silah üretimi ve satışını durdurma konusunda Almanya hükümetine uyarıda bulunmasını talep ediyor. Bir entelektüel olarak “Beer’in tikel bir konudaki iddiası doğru mudur” diye sormadan, verili hakikat rejimine destek olan ve “evrensel entelektüel” rolü ile evrensele dair bir soru soruyor milletvekillerine: Siz hiç Almanya’nın silahsızlanması için mücadele ediyor musunuz? Böylece evrensel ve tikel olan yan yana geliyor ve bu durum entelektüeli çaresiz bırakıyor. Tahsin Yücel bu yazıyı 2000’de yazmış; yani Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin, zorunlu göçlerin, çatışmaların politik etkilerinin çok taze olduğu bir dönemde.
Aynı yazıda Tahsin Yücel, Türkiye’nin kurtuluş savaşı ve devrimleri ile ‘kara derilileri’n eşitlik savaşından övgüyle bahsediyor. Her iki savaşın da ayrımcılığa karşı çıktığını, “toplum içinde değişik inanç ve soylardan gelen kesimlerin kaynaşmalarını, çağdaş ekinin ve bilimin olanaklarından, evrensel insanlık değerlerinden eşitlik ve barış içinde yararlanmalarını sağlar” diyor. Tahsin Yücel, çok duru ve akıcı cümleleriyle evrenseli tahayyül ederken Türkiye’de tikel kimliklere, özellikle Kürtlere yönelik şiddeti ve ayrımcılığı görmüyor. Tahsin Yücel’in içinde yaşadığı toplumsal ilişkiler, bu yönde bir bilincin oluşumunu engellemiş olmalı!
Dedim ya, Tahsin Yücel, hayran olduğum bir yazar. Başka bir eserinde onun bir öngörüsüne rastladım. Bu kitap Salaklık Üzerine Bir Deneme (2), içinde çok iyi yazılar var. Bu kitabının birinci baskısı 2000’de çıkmış, önceki kitabı ile aynı tarihlerde. Kitabın Yurttaş mı Sanatçı mı? ile Bir Devlet Şenliği adlı denemesinde, “renkli kutu”ya, yani ekran karşısına çıkan bir politikacının “herkes cumhurbaşkanı olabilir, başbakan olabilir, ama sanatçı olamaz” savına karşı çıkıyor. “Sanatçı cumhurbaşkanı olabilsin de cumhurbaşkanı neden sanatçı olamasın ki” biçiminde bir soruyu soruyor, ama bir kişi bile çıkıp yazarımıza yanıt vermiyor. Yani zekâ ve yetenek mefhumu kaplıyor tartışmayı hemen. Ama yazıların asıl konusu bu değil. Asıl konu, içimizdeki “kişi filizleri”nin bizi zaman zaman nerdeyse “doğa değişimine” yönelterek bir cumhurbaşkanının veya sıradan bir insanın sanatçı olabileceği savı ile dönemin cumhurbaşkanının “devlet sanatçısı” listelerini bol keseden genişletmesi ile ilgili. Tahsin Yücel’e göre, “devlet sanatçısı” gibi san ve onurlar, sanatçının iktidar aygıtı tarafından kapılmasına yol açıyor. Bu san ve onurların, “ozanı ve yazarı bir yerlerinden bağlayacağı”nı iddia ediyor. Tahsin Yücel’e katılmamak mümkün değil, bugün Saray’a bağlanmış, dolayısıyla özerkliğini yitirmiş, toplumun sorunlarını iktidarın gözünden gören sanatçılar gündemden düşmüyor.
HDP önünde oturmak
Cumartesi Anneleri’nin yanına bir kez bile gitmemiş, 19 ve 20 yaşındaki çocuklarının “darbeci” olarak müebbetle yargılandığı annelere bir kez dönüp bakmamış sanatçılar, renkli kutuda gördüklerimiz. Ama siyasal iktidar, Diyarbakır HDP il örgütünün merdivenlerine, boynu bükük bakanlarını yığınca, onlar da “iktidara aşık” sanatçılar olarak bu kez dağa çıkan çocuklarını isteyen annelerin yanına gidiveriyorlar. Bu annelerin acıları büyük ve talepleri çok önemli, ama sanatçıların tutarlı olması beklenmez mi? Bu sanatçılar, böylece iktidar rejiminin bir parçası oluyorlar. Gençlerin dağa çıkmadığı koşulları oluşturmak için HDP yıllardır barış diye sayıklarken çatışma nidaları atan siyasal iktidar, sorunu Meclis’e getirmeyip HDP il binasının önünde çözeceğini sanıyor.
Yeniden konumuza dönersek Tahsin Yücel’in yazısında, asıl dikkatimi çeken cümle şu idi: “Cumhurbaşkanı neden sanatçı olamasın ki?” Tahsin Yücel’in gönlünden geçen, sıradan her insanın ve cumhurbaşkanının içinde taşıdığı “kişi filizleri” ile sanatçı olma çabası içinde olduğu bir Türkiye! Herkesin Gramsci’nin “demokrat filozof”u, sanatçı/ entelektüel olabildiği “an”ları ve mekânları özlemle ve özenle inşa etmek.
Cumhurbaşkanı adayı Demirtaş
Bu soru, cumhurbaşkanları ve cumhurbaşkanı adaylarının bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçmesine yol açıyor. Tüm fotoğraflar arasında gözüm birine takılı kalıyor. Ve zihnim ve gözlerim son dönem iki öykü kitabı çıkarmış Cumhurbaşkanı adayının fotoğrafı üzerinde sabitleniyor. Seher ve Devran adlı öykü kitapları, yeraltındaki yurttaşların hikâyelerinden oluşuyor. Cezaevindeki cumhurbaşkanı adayının iki öykü kitabını da okudum, hikâyeler karşısında şaşırdım, üzüldüm ve bazı öykülerde iyi işlenen mizah nedeniyle güldüm. Cezaevindeyken öykülerini nasıl kurguladığını ve biçimlendirdiğini düşündüm, pratiğin, praksisin içinden geliyordu, içindeki “kişilik filizleri” verili iktidarı korkutan iyi bir siyasetçi kadar yazar olabileceğini de müjdeliyordu. Cumhurbaşkanı adayı ve siyasetçi kimliği, Selahattin Demirtaş’ı organik aydın ve yazar kimliği ile buluşturmuş olmalı.
Tahsin Yücel’in dediği gibi, “sanatçıyı sanatçı yapan şey öncelikle sanatçının ayrıcalıklı doğası değildi.” Demirtaş’ın siyasetçi kimliği onu cezaevinden Türkiye kamuoyuna bir şeyler anlatmaya çalışan pedagog yazar ile buluşturdu. Tahsin Yücel’in kehaneti kısmen tutmuştu, sanatçı bir cumhurbaşkanı olmasa da, cumhurbaşkanı adayı, sanatçılığa da aday olmuştu. Kürt sorununun yakıcılığı ve barışın önemi konusunda hem Türkiye kamuoyunu hem de “yeşil panterler” dahil Avrupa’daki çevreleri ikna etmeye çalışan bir yurttaş tarafından. Tahsin Yücel’in eşsiz cümleleri ile “yazarın doğal işlevi, kitaplarıyla düşünce ateşleri, kurulu düzeni yadsıma ve tartışma ateşleri yakmaktı.” Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, cezaevi koşullarında, yazarın bu doğal politik işlevini yerine getirdi.
Baluken’in romanları
Cezaevi edebiyatı bununla kalmadı. İdris Baluken çıkardığı iki kitap ile hapishaneden ışık tuttu: Üç Kırık Dal ve Oko. Güncel politik koşullarda bir doktor, bir avukat ve bir gazetecinin üniversite yıllarına dayanan arkadaşlıklarını, dostluk, aşk ve politika bağlamında anlatan bir roman Üç Kırık Dal. Hapishanede kurgulanmış, detaylıca çalışılmış, etkileyici bir roman. Demokrasi mücadelesine gönül vermiş insanların iktidar kapmaya çalıştıkça kaçışlarının öyküsü başarılı biçimde okuyucu ile paylaşılmış. Roman kişilerinden Cengiz’in bir öngörüsü var: “Barış rüzgârı sanki kendini yavaş yavaş hissettirmeye başladı bile. İstanbul, Ankara ve Diyarbakır merkezli güçlü bir barış hamlesi gerçekleşirse, ben bunun her yere etki edeceğini sanıyorum” (s.186). Ne yazık ki bu cümlelerin ardından 7 Haziran’ı 1 Kasım’a bağlayan dönem başladı. Demek ki barış daha güçlü ve enerjik biçimde savunulmalı! Gülçiçek’in cümlesi de çok güzel: “…İnsanlık, Sartre’ın barış çığlığına taraf olmuştur. Belki de her birimiz bir Sartre olmayı başarmalıyız.” (s.190). Roman, çarpıcı olayların ardından “Havada yanmış bedenlerin kokusunun olmadığı günleri” dileyerek bitiyor (s.244).
Baluken’in ikinci kitabı Oko’nun roman kişisi bir köpek, adı Oko. Oko “hayvanca yaşamayı ve hayvanlığını korumayı” (s.36), “sadece karın tokluğuyla bağlandığı tutsaklığın zincirlerinden kurtulmayı” arzulayan bir köpek. Oko, kötülükle erkekleri (erkek egemenliğini) özdeşleştiriyor, bir kadın ve bir erkeğin bir köpekle gezdiğini gördüğünde, “Kadınlar ve köpekler, vahşi erkekleri yürüyüşe çıkarmışlar (s.42)” diye düşünüyor. Haysiyetli ve özgür bir köpek olan Oko, köpekler için kurtarılmış bir alanda yaşayan diğer köpeklerle buluşuyor ve mücadele başlıyor. İnsanlarla, insan olmayanlar, doğanın canlıları arasındaki ilişkileri, duvarların arkasında, bir kapatılmanın içinde sorgulayan bir roman.
Kışanak’ın Mor Rengi
Kürt Siyasetinin Mor Rengi adlı kitap “Eğer yazmazsanız bilin ki hikâyeleriniz eksik kalacak” diyen Gültan Kışanak’ın çağrıda bulunduğu cezaevindeki kadın siyasetçilerin çoklu “kişi filizleri”ni barındırıyor. Hepsi, yıkımın “Tanığı iken sanığı oldum” diyen Apê Musa’nın ardılları. Kitap, “kendi içinde hem rekabet hem de en alttakine karşı güçlü bir ittifak halinde olan hiyerarşiye dayalı egemenlik piramidinin en altında yer alan halkların kadınları”nın hikâyelerini içeriyor. Türkiye kamuoyunun yakından tanıdığı, cezaevindeki 22 kadının hikâyesinden oluşuyor.
Burcu Çelik Özkan “…Yüzlerce çocuğumuz aynı duyguyla büyüyor. Kimi cezaevinde, kimi annesinin babasının mezarı başında, kimi yakılmış-yıkılmış evinin önünde, kimi viran edilmiş ülkesinde… diyor. Leyla Güven, “1994 yılından bu yana bir kadın, bir anne, bir Kürt, bir feminist ve daha çok kimlikle yaşamda var olmaya çalıştım” diyor. Sara Kaya, “bizimkisi bir hakikat ve özgürlük yolculuğu” diyor. Aysel Tuğluk “1990’lardan bugüne Kürtler, yargı eliyle demokratik siyasetin dışına atılmaya çalışılıyor” diyor. Dilek Hatipoğlu, “kadınlar kafesten çıktı. Kanatlarını özgürce çırpmaya başladı bir kere. Dört duvarın kadınları hapsetmeye gücü yetmez” diyor.
Sebahat Tuncel, “Kadının önce itiraz etmesi, sonra itirazını örgütlemesi ve kadın dayanışmasını büyütmesi ile bu sistem açılabilir” diyor. Selma Irmak diyor ki: “Hikâyem kadınların hikâyesi. Önce kendi evimize kapattığımız- ve kapatılan- kapıları kırmamızla başlayan, sonra peş peşe evin, sokağın, mahallenin ve koca bir toplum olarak üzerimize kapatılan kapıları kırmamızın hikâyesi.” Figen Yüksekdağ hapishaneyi anlatıyor: “Hapishaneler insanın bedeni yoluyla, iradesini, ruhunu hapsetmek için kurulmuş mekânlar. Ama bazen iradenin ve ruhun büyüklüğü karşısında hapisler, cezaevleri de yetersiz kalıyor. Altı milyon insanın iradesini ve ruhunu nereye sığdıracaksınız?” Kitaptaki tüm hikâyeler, “artık hiç hapishaneler olmasın”, “artık bu cezai müeyyideler oyununu oynamak istemiyoruz, bu adalet oyununu artık oynamak istemiyoruz” diyen Foucault’un sözlerini anımsatıyor (3).
Ahmet Altan’ın kitabı
Türkiye’de “tam üç yıl önce” diye başlayan hikâyeler çoğaldı. Bu hikâyelerden biri de Ahmet Altan’ın İngilizce yayınlanmış kitabı: I Will Never See The World Again. Ahmet Altan, “darbeye ilişkin subliminal mesaj vermek” suçlamasıyla gözaltına alınmış ve müebbet cezasına mahkûm edilmiş bir yazar. Türkiye okurlarının önemli bir kısmı Ahmet Altan’ın kitaplarından en az birini okumuştur diye düşünüyorum. Yazarın cezaevinde yazdığı ‘Dünyayı Bir Daha Hiç Görmeyeceğim’ adlı kitabının ‘Bir Cümle’ başlıklı ilk denemesinin Türkçesi ilk kez P24’te yayımlandı (4). Kitabında, “gerçek beni ele geçiremedi, ben gerçeği ele geçirdim” derken iktidarın hakikat rejimine karşı başka bir hakikat rejiminin tanıklığını ifade ediyor olmalı: “Yanımda oturan polis bir sigara yaktı. Sonra paketi bana uzattı. Başımı sallayıp gülümseyerek reddettim: “Ben, dedim, sadece gergin olduğum zamanlar sigara içiyorum.” Mikro alanlarda iktidarı şaşırtmanın, ondan kaçışın etkili bir örneğini sunan Altan, cezaevi koşullarında kendi deneyimini ve bu süreçteki toplumsal deneyimi düşünüyor ve yazmaya çalışıyor olmalı.
Görülüyor ki yüz binlerce kişinin pasaportuna konulan şerhler nedeniyle yarı-açık cezaevine dönüşen Türkiye’nin edebiyatı ve yazarlığı liberal, demokrat, sol/sosyalist, dindar her kesimden büyüyor. Bu yüzler ve sözleri düşündüğümüzde, Foucault’a göre, “hakikat uğruna”, en azından “hakikat etrafında verilen bir kavga” olduğunu görüyoruz. Filozof, buradaki hakikat, “keşfedilecek ve kabul edilecek hakikatler bütünü değil; doğru ile yanlışın birbirinden ayrıldığı ve doğruya birtakım spesifik iktidar etkilerinin yüklendiği kurallar bütünüdür” diyor. Ekliyor filozof: Yapılması gereken “hakikatin gücünü şu anda içinde olduğu toplumsal ekonomik ve kültürel hegemonya biçimlerinden kurtarmaktır (s.84) (5). “Gerçek beni ele geçiremedi ben gerçeği ele geçirdim” demek bu anlama mı geliyor acaba? Entelektüelin geçmişte yaptığı gibi, bugün de iktidar etkilerinden özerk bir hakikat rejimi inşa etmek gerekiyor. Çünkü iktidarın hakikat rejimi ile farklı bir hakikat rejimi çabası, hegemonya mücadelesi içinde aynı zamanda ve mekânda birlikte işliyor.
Dipnotlar:
•Tahsin Yücel, Yüz ve Söz Deneme, 3. Baskı, İstanbul: YKY Yayınları, 2019.
•Tahsin Yücel, Salaklık Üzerine Deneme, 8. Baskı, İstanbul: YKY Yayınları, 2019.
• Michel Foucault, Entelektüelin Siyasal İşlevi Seçme Yazılar, 2. Baskı, 2005, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.206.
• https://t24.com.tr/haber/ahmet-altan-in-kitabinin- ilk-denemesi-turkce-ye-cevrildi-gercekbeni- ele-geciremedi-ben-gercegi-ele-gecirdim, 838803
• Foucault, a.g.e, s.84.