Sayın Öcalan’dan beklenen çağrı 27 Şubat 2025’te ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’ başlığıyla geldi. Bu çağrı Kürt halkında ve Türkiye toplumunda aynı anda farklı duygular yaşattı. Çağrının içeriği bakımından umudun somutlaşmış hali olarak görenler, metnin içeriğine şaşıranlar, çağrıya temkinli yaklaşanlar hatta çağrıya itiraz edenler bile oldu.
Kürt halkında Sayın Öcalan’ın ideolojik ve öncülük kimliğini bilenler açıklamanın içeriği, niteliği ve kapsamını görerek umudun somutlaşmasının heyecanını ve mutluluğunu yaşadılar. Ancak Sayın Öcalan’a ve hareketine duygusal bağlılığı olanlar ise metnin içeriğinde öne çıkarılan başlıklar ve merkez medyanın manipülasyonları ile önce anlamaya çalışan bir ruh hali yaşadılar. Ancak metnin okunmasının üzerinden yirmi dört saat geçmeden Kürt halkı bir bütün olarak Öcalan’ın çağrısının etrafında kenetlendiler. Devamında Öcalan’ın örgütü de yaptıkları açıklamayla; Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın gereğinin yapacaklarını beyan ettiler.
Türkiye cenahında ise özellikle kıymetleri kendilerinden menkul olanlar; Öcalan’ın çağrısındaki tarihi ve sosyolojik tespitleri anlamak yerine ‘öküz altında buzağı aradılar’, bazıları Öcalan’ın bu çağrısıyla ellerindeki ‘şiddet ve çatışma’ argümanları alınınca bu sefer çağrının kapsamında ‘mızıkçılık’ yaptılar, bazıları ‘süreci takip edeceğiz’ şeklindeki ciddiyetsiz yaklaşımlarla çağrının samimiyetini tartışmaya çalıştılar. Bazıları da süreçteki sorumluluklarına denk düşen uzak bir yaklaşımla ‘hassasiyetler’ adı altında çatışma ve şiddet sürecinde yaşamını yitiren asker, polis ailelerinin duygularını sömürmeye devam ediyorlar. Ama sürece en yakışıksız yaklaşım ise tarihsel sorumluluğu üstüne alarak ülkenin önünü açan çağrının iradesi olan sayın Öcalan’a, hareketine ve Kürt halkına yönelik kullanılan kabul edilemez saygısız üslup ve dil kullanımıdır.
Bugünlerde en çok sorulan soru; “bundan sonra ne olacak?” sorusudur. Bu soruya sürecin gerekliliği gereği karşılıklı yapılması gereken birçok hamle sayılabilinir. Ama bence yapılması gereken ilk iş tarafların hem birbirlerine hem de birbirlerinin kitlelerine yönelik içerik ve üslup bakımından kullanılacak dillere hassasiyetli yaklaşmaları olmalıdır.
Barış ve demokratik bir toplum için; tarafların birbirlerinin iradelerinin kabulü ve saygıyı ihmal etmemeleri, yenme ve yenilme duygusu/sarhoşluğuyla hareket etmemeleri ve toplumun bütün kesimlerinin sürece katılmasıyla mümkündür.
Kürt tarafı haksızlıkların öznesi olan şahsiyetlere karşı kullandıkları dil ve üslup bakımından hep hassastılar. Hitaplarında asgari nezaketi elden bırakmadılar. Sayın Öcalan gerek çağrısında gerekse önceki mesajlarında muhataplarını anarken ‘sayın’ ifadesini hassasiyetle kullanmaktadır. Ancak aynı hassasiyet ve yaklaşım maalesef karşı mahalleden görülmemektedir.
Kürt halkı yıllardır sayın Öcalan’ı irade olarak kabul etmişlerdir. Öcalan’ın iradeleri olduğuna dair resmi kurumlara dilekçeler verilmiş, mitinglerde, meydanlarda, Newrozlarda “Bijî Serok Apo, Bê Serok Jiyan Nabe, Selam Selam İmralı’ya Bin Selam” tutumlarıyla ortaya koymuşlardır. Bedelini de karakollarda, adliyelerde, cezaevlerinde ödemişlerdir. Bu nedenle Kürt halkı Öcalan’a yönelik yakışıksız söylem ve tutumları direk kendisine söylendiğini kabul etmektir. Aldığı tarihsel sorumlulukla hiçbir şarta ve pazarlığa bağlanmadan kendi örgütünü feshetmeye götürecek süreci başlatan irade asgari saygıyı ve nezaketi sonuna kadar hak etmektedir. Atılması gereken ilk adım Kürt halkının en önemli hassasiyeti olan iradeleri Öcalan’a yönelik dil ve üslubun düzeltilmesidir.
Kürt halkının maruz kaldığı şiddet karşısında yürüttüğü hak mücadelesinin çatışma ve şiddet sürecinde maalesef bu ülkenin birçok evladı yaşamlarını yitirdiler. Türk tarafından da Kürt tarafında da gençler yaşamlarını yitirdiler. Yaşamlarını yitiren bütün gençlere karşı toplum olarak sorumluluğumuz vardır. Bu sorumluluk da başka gençlerin yaşamlarını yitirmemeleri için demokratik toplumda barış içinde birlikte yaşamı inşa etmektir. Bu gençlerin anneleri, babaları, kardeşleri hatta eşleri ve çocukları vardır. Ailelerin duygularını ajite etmek ve suistimal etmek, ailelerin acıları arasında ayırım yapmak ya da ailelerin acılarını yarıştırmak tarafların hassasiyetlerine özenle yaklaşmamak demektir. 40 yılı aşkın çatışma ve şiddet sürecinde görüldü ki bu süreçte yenen de yenilen de yoktur. Zaten barış bir yenme ve yenilme duygusu ile inşa edilemez. Bir gerçek var ki çatışma ve şiddet ortamında kaybeden halktır, anne-babalardır, bir bütün olarak toplumdur. O nedenle evlatlarını yitiren bütün annelerin acılarını anlayan bir hassasiyet içinde olunmalıdır. Onlar incitilmeden, başka evlatların yaşamının yitirilmemesi için, başka annelerin yüreğinin dağlanmaması için gönüllerini ve dualarını almak, ikna ederek sürece katmak olmalıdır. Bu hususta da Kürt tarafı olabildiğince hassas yaklaşmakta ancak şimdiye kadar iktidar mahallesindeki siyasetçilerin, televizyoncuların ve gazetecilerin aynı hassasiyeti göstermediklerini görüyoruz. Ya zafer sarhoşluğu edasıyla ‘talimatlar’, ‘buyruklar’ yağdırmaktadırlar ya da evlatlarını yitiren Kürt annelerinin acısına saygısız hatta hadsiz tutum ve söylemler kullanmaktadırlar.
Bir hassas yaklaşım ve sorumluluk da muhalefete düşmektedir. Muhalefet bu sürece seçim, sandık veya parti çıkarları motivasyonuyla yaklaşmamalı. Bu süreç bir kişiyi veya bir partiyi sandıkta seçtirme meselesi değildir. Kürt hareketinin temel motivasyonu ülkenin demokratikleştirilmesidir. Muhalefetin şimdiye kadar barış ve demokratik toplum çağrısına yönelik olumsuz değerlendirmeler yapmaması kıymetlidir. Ancak daha fazlası gereklidir. O da muhalefetin barış ve demokratik toplum çağrısını güçlendirecek somut planlama yapması ve bu planı da toplumla paylaşması gerekir. İktidarıyla, muhalefetiyle bu süreçle ilgili birbirlerini itham edip birbirlerinin eksiğini aramaları yerine birbirlerinin eksiğini tamamlama yaklaşımı içinde olmalıdırlar. Ülkenin demokrasi ve barış mücadelesi siyasi rekabetin üstünde tutulmalıdır. Siyasi mücadelede rekabet, barış ve demokrasi mücadelesinde ortaklaşma olmalıdır.