AKP’nin kamuoyuna sunduğu yeni yargı paketi, içeriğiyle değil dışladıklarıyla daha çok konuşulmayı hak ediyor. Zira bu paket, hukuk diliyle çizilmiş bir iyileştirme kurgusunu sunarken, en temel insani meselelerden biri olan hasta tutsakları bilinçli bir tercihle görmezden geliyor. Hukuk, eğer adaletin dili olacaksa; önce ahlâkın sesi olmalıdır. Oysa burada olan şey, hukukun devletin iktidar aygıtına hizmet eden yüzünün bir kez daha perçinlenmesidir.
Devletin kendi “hukukunu” geliştirirken toplumun ahlaki vicdanını dışarıda bırakması yeni değil. Ancak bu durum, artık daha çıplak bir hâl aldı. Ahlâk, toplumun kurumsal hafızasıdır; bizatihi politik olanın gelenekleşmiş biçimidir. Hasta tutsakları kapsam dışında tutan bir yargı paketi ise, ahlâkı açıkça siyasetin dışında tutmakta, hatta onu bilinçli olarak bastırmaktadır. Bu sadece hukuki değil, derin bir politik meseledir.
AKP’nin yargı reformu açıklaması, barış ve çözüm perspektifinden tamamen kopuk biçimde sunuldu. Oysa aynı liderin geçmişte barış süreci için attığı adımlar, PKK’nin 2013’teki silah bırakma çağrısını karşılama konusundaki rolü hâlâ hafızalardadır. Bugün ise, hasta tutsaklar gibi insani krizlerin çözümüne yönelik her adım, “devletin ağır aklı” retoriğiyle ötelenmekte ve toplumun ahlaki damarları sistemli biçimde kurutulmaktadır.
Demokrasi; sadece sandıkla sınırlı bir işlem değil, aynı zamanda toplumun vicdan ve özyönetim kapasitesini tanıyan bir rejim biçimidir. Bir toplumun hasta bireyleriyle kurduğu ilişki, onun ahlaki ve politik seviyesini gösterir. O yüzden sormak gerekir: Yargı paketinde hasta tutsaklar neden yok? Neden bu insanlar, sadece kimliklerinden ya da düşüncelerinden ötürü cezaevlerinde ömür tüketmeye terk ediliyor? Bu, sadece bir hukuk ihmali değil; bir insanlık ayıbıdır.
Devletin geliştirdiği hukuk dili, toplumu daha adil, özgür ve eşitlikçi bir hale getirmek yerine, sistematik olarak bastırma ve dışlama araçlarına dönüşüyor. “Kapitalist modernitenin en gelişkin hukuku bile, bir halkın en geri ahlâkının yanına bile yaklaşamaz”. Çünkü o geri denen ahlâk, hâlâ yaşamı, dayanışmayı ve adaleti esas alır. Oysa bugün, en ileri hukuk metinleri bile sadece sermayenin, iktidarın ve devletin kendini yeniden üretmesine hizmet ediyor.
Bu bağlamda yapılması gereken, hasta tutsakların derhal kapsam içine alınması ve kamu vicdanının bu meselede daha güçlü bir ses çıkarmasıdır. Çünkü toplumsal bir ahlâkın hâlâ yaşayıp yaşamadığı, tam da böyle anlarda belli olur. Sessiz kalmak, bu çürümüşlüğe ortak olmak anlamına gelir. Özellikle son dönemde PKK nin silah bırakmasını sert bir dille eleştiren bazı çevrelerin bu konuda sessiz kalması, onların politik öngörüsünün aynası iken en temel hak savaşı veren Kürtlerin zindanda tutulan ciğerlerini görmezden gelmeleri inandıkları ideolojiyi kendi ütopyalarının çıkarı için feda ettiklerini de ortaya koyuyor.
Dünya tarihinde belki de ilk kez iki eli bilek hizasında olmayan (ERGİN AKTAŞ) tek başına hücrede kalmaya mecbur bırakıldı. Hiçbir ideolojinin ahlak çerçevesine dokunmadan, sadece biyolojik bir varlık olarak bile bir insanın bu durumuna sessiz kalmak, tüm hukukları yeniden gözden geçirmeyi gerektirecek kadar acı bir ahlaki kaostur. Bir eli ve bir bacağı olmayan (ŞABAN KAYGUSUZ) ya da ağır hasta yüzlerce tutsak bugün hala içerde tutuluyor. Bu konuda AKP’nin soğuk devlet aklını eleştirmek kadar mevcut sivil toplum hareketleri ve muhalefet partileri (DEM Parti hariç) hem Meclis’te hem de politik alanlarda kıyameti koparmaları gerekirdi. Bu o partilerin ahlaki yükümlülükleridir. Destek aldıkları tabanlarına “biz insan hakları için mücadele ediyoruz” diyorlar.