Epeydir yazmıyorum.
Oturup kalkıp şu aralar birbirimize yazabilecek neyimiz olduğunu düşünüyorum. Kanımca köşe yazarları, afili meslekleriyle birlikte havaya uçuverdiler. Bunun kutlu bir dönemeç olduğuna inanmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Neden hala köşelerden konuşuruz, köşelere çağrılırız, bunu anlamsız, dahası gülünç buluyorum.
Buradan doğru sizlere en derinine kadar bildiğiniz, acısıyla kavrulduğunuz zulmün dökümünü kendi çok bilmişliğimle bir de ben çıkaracak değilim.
Evet, yenilgilerimizin, kaybettiklerimizin listesi çok uzun. Öfkeden kararıyoruz. Evet. Ne kadar anlatsak yetmiyor. Ama fuzuli değil mi? Birbirimize durmadan muktedirlerin marifetlerini defaatle anlatarak aynı öfke bıçağını bileyip duruyoruz. Bıçak çoktan eriyip gitmiş. Her yazımızı determinizmin kuyusundan çektiğimiz kehanetlerle bitiriyoruz. ‘Yolun sonuna geldiler’, diyoruz. ‘Besbelli, korkularından. Bu durumun sürdürülebilirliği yok’, diyoruz. ‘Sonunda haklı olan kazanacak’, diyoruz. Tarihten örnekler veriyoruz. ‘İşte bir ışık huzmesi karanlığın dibinden, göremiyor musunuz?’
Oysa kimsenin bir yere gittiği yok. Dünyanın diliyle pazarlık yürüten, şu koşullarda besbelli sonsuza dek sürebilecek bir baskı iktidarı bu. Üstelik el değiştirse de bizim yararımıza olacağına dair en ufak bir ipucu yok.
İşin korkutucu yanı, bu durmadan yakınma, oturduğumuz yerden gerçeklik ve doğruluk adına tehditler savurarak geleceğin bizim olduğunu haykırmak, muktedirle aramızdaki bir danışıklı dövüş gibi geliyor. Onlar yakıyor, biz yakınıyoruz ve gücün dağılımını onaylamış, muktediri meşrulaştırmış oluyoruz. Her daim bugünler onların, yarınlar bizim.
Bence bu toprakların direniş hattı kendi sözünü gelecek zaman kipine hapsederek tüketmiştir: ‘Duvarları yıkacağız’, ‘Hesap soracağız’, ‘Güzel günler göreceğiz’.
Kapitalizmin vites değiştirme dönemlerinde yaşananlar en güçlü ‘demokrasi’ geleneğine sahip ülkelerin bile açık faşizme, pervasız ırkçılığa çark etmesine neden oluyor.
Dünya, koskoca bir karanlık olarak çöküyor üstümüze. Solun örgütlenemez; örgütlenmekten battal, kendi elini kolunu bağlayan bir hiyerarşi itişmesi anlayan yapısı hemen her ülkede yenilgiden yenilgiye koşuyor.
Gelecek, burada yaşamıyor. Geleceğin yaşadığı o güzel ülkeye belki hiç ulaşamayacağız. Umut tacirliğiyle devrimin ışığını diri tutmak mümkün değil.
Ezilen, dışlanan, sözü dolaşımdan sürgün edilen, haksızlığın, hukuksuzluğun her türüne maruz bırakılanlar olarak şunu hiç unutmamamız gerekiyor. Her birimiz bu düzenin hem kurbanı hem de payandasıyız.
Seferberlik ruhu hayatımızı bir kez daha kıskıvrak bağlamışsa, seçimlerimize, haklarımıza, kısacası hayatımıza kayyımlar atanmışsa ne yapmamız gerekiyor? Daha da önemlisi, nasıl yapmamız gerekiyor?
Böyle kan kızılı dönemlerde ilk gözden çıkarılan, ilk kurban edilenler kadınlar ve çocuklar olur. Bunu biliyoruz. Her gün komşulardan, yakınlarımızdan, haberlerden işittiğimiz kadın ve çocuk cinayetleri, tecavüz ve işkence hikayeleri karşısında dizlerimizi döverek; öfkeyle, gözyaşıyla payımıza düşen tepkiyi göstermek bu ölümleri durdurmayacak. Durdurmadı. İleride soracağımız hesapları da şimdilik unutalım. Şu an, hemen ne yapmalı, nasıl yapmalıyız?
Devletin bu cinayetleri unutturmaya can attığını biliyoruz. Bunun yeni, en baskıcı olduğuna inandığımız yapılanmadan öncesinde de böyle olduğunu biliyoruz. Çevremizi; kolumuzun, göz erimimizin uzanabildiği her yeri istediğimiz, insana yakıştırdığımız hayata benzetmek için neler yapıyoruz? Eviçlerimizden başlayarak hükmedebildiğimiz hayatlar özlediğimiz hayatlara benziyor mu?
‘Yeni yaşam’ı bir gelecek vaadi değil örneğini sunduğumuz bir iklime çevirebilmek için yepyeni, gencecik taktikler üretmek zorundayız.
Zavallıca umut bağladığımız batıdan bizim kanımız üstünden pazarlıklar yapılarak satın alınan onca silaha karşı bizim de yepyeni bir direniş yordamı, yepyeni stratejiler geliştirmemiz gerek.
Gezi, bir rüya değildi. Bir umuttan da türemedi. Yeni yaşamın muhteşem bir provasıydı.