Türkiye’de insanlar hayat ritmini, müziğini kaybetmiş durumda. Toplumda süreklileşen bir mutsuzluk ve gerginlik var. Kamuoyuna yansıyan Küresel Duygu Raporu’na göre, dünya genelinde en öfkeli ülkeler sıralamasında Lübnan %49 oranıyla birinci, Türkiye ise %48 oranıyla ikinci sırada yer almıştır. Türkiye’yi %46 ile Ermenistan, %46 ile Irak, %41 ile Afganistan, %35 ile Ürdün, %35 ile Mali ve %35 ile Sierra Leone takip etmektedir.
Konfüçyüs, “Bir toplumun müziği bozuldu mu o toplumda pek çok şey bozulmuş demektir. Bozulmaya yüz tutmuş bir memleketin sesi kederli ve düşüncelidir” demiş.
Peki, hayatın müziğini, ritmini, ahengini kim bozdu? Neden mutsuz, umutsuz insanlar haline geldik? Bundan çıkış mümkün değil mi?
Türkiye’de farklılıkları yok sayan, tekçi, otoriter anlayış toplumsal ahengi bozmakla kalmadı, hayatın müziğini de çaldı. Tekçi, otoriter, faşizan anlayış herkesi tek tipleştirmeye ve kendisine biat etmeye zorladı. Buna itiraz edenleri devletin baskı ve zor araçlarıyla susturmaya çalıştı. Baskı ve zor politikası farklı kimlik ve kültürler, inançlar arasına duvarlar ördü. Toplumda kutuplaşma arttı ve birbirine düşmanlaştırılan, birbirine ön yargılı bakan, başkasına yaşam alanını tanımayan bir Türkiye gerçekliği yaratıldı. Yaratılan bu siyasi gerçeklikten çıkmanın ve hayatın müziğini yeniden yakalamanın yolu barıştan, barışı toplumsallaştırmaktan geçer.
Bu sadece Kürt- Türk barışını değil, Türkiye’deki tüm toplumsal kesimlerin, halkların, inançların, en çok da toplumun birbiriyle barışmasını ifade etmektedir. Ancak Kürt sorunu çatışma zemininde tutulduğu sürece diğer alanlardaki sorunlar da derinleşerek devam edecektir.
Türkiye’de son süreçlerde en çok tartışılan konu Kürt sorununda yeni bir sürecin başlayıp başlamadığıdır. “Yeni bir barış süreci var mı” sorusuna ısrarla “bir süreç yok” denilerek cevap verilmektedir.
Bu tartışmalar sürerken Sayın Abdullah Öcalan 2015’ten bugüne mutlak tecrit ve izolasyon altında tutulduğu İmralı cezaevinde 23 Ekim de yeğeni Ömer Öcalan’la görüşmüş ve bu görüşmede tecridin devam ettiğini, koşulların hazır olması durumunda “Kürt sorununu çatışma zemininden hakiki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik gücü olduğunu” ifade etmiştir. Kamuoyuyla paylaşılan bu cümle bile yeniden umudu diriltmiş, Kürt sorununun demokratik, barışçıl çözümü ve demokratikleşme yollarını konuşmaya başlatmıştır. 28 Aralık’ta Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in yaptığı ikinci görüşme sonucunda paylaştıkları metinde:
“Sürecin başarısı için Türkiye’deki tüm siyasi çevrelerin dar ve dönemsel hesaplara takılmadan inisiyatif alması, yapıcı davranması ve pozitif katkı sunması elzemdir. Bu katkıların en önemli zeminlerinden biri de şüphesiz TBMM olacaktır.
Gazze ve Suriye’de yaşanan hadiseler göstermiştir ki, dışarıdan müdahalelerle kangrenleştirilmeye çalışılan bu sorunun çözümü artık ertelenemez bir hal almıştır. Bunun ciddiyetiyle doğru orantılı bir çalışmayı başarıya ulaştırmak için muhalefetin de katkı ve önerileri değerlidir. Devir Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir” değerlendirmesi öne çıkmıştır. Dikkat edilirse Sayın Öcalan’ın sorunu sadece iktidar değildir. Ana muhalefet başta olmak üzere tüm toplumsal muhalefetin, siyasal ve sosyal çevrelerin süreçte pozitif rol almalarının önemine dikkat çekmiştir. Bu sürece negatif ve şüphe ile yaklaşanların da işin içinde yer alması durumunda halkların, kadınların ihtiyaç duyduğu barışı gerçek kılmak mümkün olacaktır.
Türkiye’de toplumun çok önemli bir kesimi mevcut gidişattan rahatsız; Kürt halkının özgürlük sorununun çözümünden yana olsa da iktidara yönelik güvensizlik nedeniyle süreci güçlü sahiplenme ve barışı toplumsallaştırma konusunda zayıflıklar yaşamaktadır.
İktidarın söylemde herhangi bir değişikliğe gitmemesi, demokrasi, insan hakları, düşünce ifade özgürlüğü, halk iradesinin gaspına yönelik uygulamalar sürece güvensiz yaklaşılmasına yol açmaktadır. İnsanlarda çok uzun süredir yaşanan umutsuzluk ve moralsizlik hali, iktidar politikalarına yönelik eleştiriler, süreci pozitif tartışmanın önüne geçmektedir. Ancak barış hepimizin ihtiyacı olduğuna göre iktidarı barışa zorlamak toplumsal barışı inşa etmek de hepimizin sorumluluğudur. Toplumun ahengini, müziğini yeniden yakalamak için barışı inşa etmek zorundayız. Bunun için de herkesin, tüm toplumsal kesimlerin ve barışta çıkarı olan herkesin sürece dahil olması gerekir.
Bitirirken İranlı kadınların idamlara karşı yaptıkları çağrıyı da hatırlatmak istiyorum.
Coğrafyası dörde bölünen Kürtler sadece Türkiye’de değil, İran’da da baskı altındalar. İran’da Kürtlerin, kadınların en küçük özgürlük talebi devlet-polis-yargı şiddeti ile bastırılmaktadır. Bunun en son örneği olarak Pakhshan Azizi ölüm cezasına çarptırıldı ve cezası onaylandı. Azizi her an idam edilebilir. WANA (Batı Asya Kuzey Afrika Kadın Dayanışma Ağı) üyeleri P. Azizi’nin idamına karşı uluslararası toplumu, hükümetleri, insan hakları örgütlerini ve kadın hakları savunucularına seslenmiş; “Cesur bir insani yardım çalışanı ve kadın hakları aktivisti olan Pakhshan Azizi’nin idamını durdurmak için acil ve kararlı bir eylemde bulunmaya çağırıyoruz. (…) Pakhshan Azizi gibi aktivistleri susturmak için ölüm cezasının kullanılması temel insan haklarının açık bir ihlali ve insanlık için büyük bir lekedir. Bu geri döndürülemez adaletsizliği önlemek için hızla harekete geçmemiz zorunludur” demişlerdir.
İnsan hakları savunucuları başta olmak üzere herkes İran Hükümeti’nin idamları durdurması için yapılan çağrıya kulak vermelidir.