Meraklı, hırslı, cesurdu ve yaşamak tutkusunu hiç kaybetmedi Evrim. Gazeteciydi ve Kürtleri gazetelerde ve televizyonlarda anlattı, içeriden biri olarak. Samimiyetle, hassasiyetle, öfkeli bir ironiyle…
Vecdi Erbay
Mehmet Çetin, “Dün seni Galatasaray Lisesi’nin önünde görmüşler, yanında da bir kızıl varmış” demişti. Yüzünde hafif müstehzi bir ifade vardı. Piya Kitaplığı’ında kim bilir hangi kitabı ya da dergiyi hazırlamaya çalışıyorduk. Dünyayı, başa bela bütün sıkıntılardan, şiirin de katkısıyla kurtarabileceğimize inanıyorduk.
Dün İstiklal Caddesi’nden Taksim Meydanı’na kadar Evrim Alataş’la yürümüştüm. Evrim kanser hastasıydı ve kızıl bir peruk takıyordu.
Ve evet, keyifliydik. Keyifli olmak için Evrim’le birlikte olmak yetiyordu. Çünkü Evrim’de çok az insanda bulunan özelliklerden biri mevcuttu: Türlü sıkıntıların üstesinden eğlenerek gelebilmek. Şimdi kim bilir o gün Evrim neler anlatıyordu ve neşemiz, İstiklal’den Taksim Meydanı’na kadar, dikkat çekecek şekilde uzayıp gidiyordu…
“O kızıl Evrim Alataş’tı” diye karşılık vermiştim. Mehmet’in yüzündeki müstehzi sırıtış yerini sevince bıraktı, “Keşke buraya gelseydiniz, tanışırdık” dedi, hayıflanarak. “Bir dahaki sefere” dedim ama o tanışma gerçekleşti mi, şimdi hatırlamıyorum. Çünkü Mehmet Amsterdam, İstanbul ve Dersim’de, Evrim ise Diyarbakır ve İstanbul’da yaşıyordu. Yine de karşılaşıp tanışmaları mucizelere bağlı değildi elbette. Çünkü ikisi de esasında aynı mahallenin farklı sokaklarında, benzer bir dünyanın özlemi ile mücadele ediyor, hevesle yazıyor, umutla yaşıyorlardı. Bu nedenle yollarının kesişmiş olması mümkündür.
Mehmet, Evrim’in hastalığından haberdardı ve yazdıklarını da takip etmeye çalışıyordu. Evrim’i merak ediyordu. Evrim’in yazılarından ironi ile patlayan zeka parıltılarını önemsiyordum. Genç bir Kürt kadını, kafa tuttuğu iktidarla kafa buluyordu. Bunu, hiç kuşkusuz Musa Anter çok iyi yapıyordu. Ancak genç bir Kürt kadından bu tarz yazılar okumak, hiç alışık olmadığımız bir durumdu. Bunları ve daha fazlasını anlattım.
İstihbarat servisindeki sarışın arkadaşın neşesi
1996 ya da 97’de Demokrasi gazetesinde, kültür sanat servisinde çalışmaya başladım. Ciddiyetle ve hakkıyla yapmaya çalıştığım işe, “Sanat sepet işleri” denildiğini çok duydum ama bu başka bir konu. Konumuz, “İstihbarat servisinde çalışan sarışın arkadaşın muziplikleri.”
Evet, Evrim, gazetenin İstihbarat servisinde çalışıyordu. Haber merkezinin en kalabalık ve gürültücü servisi burasıydı. İstihbarat servisi kalabalık olduğu için gürültülüydü, denilebilir. Bu doğrudur da ama bana sorarsanız temel neden servisin şefi Ender Öndeş ve Evrim Alataş’tı. O taraftan gelen patlama şeklindeki kahkahaların müsebbibi ikisiydi. Muzipçe yaptıkları esprilerin neden olduğu kahkahalara, haber merkezinde büyük ciddiyetle çalışanlar olarak, sadece bakabiliyorduk. Haber Müdürü Sanlı Ekin de gözlerini bilgisayardan ayırıp kahkahaların yükseldiği tarafa, yine büyük ciddiyetle bakıyordu. Ciddiyete davet eden bu bakışlara maruz kalan bir iki kişi, kesintisiz patlamalar halinde gelen ve engelleyemedikleri kahkahaların verdiği geçici rahatsızlıktan dolayı mahcubiyetle haber merkezini hızlıca terk ederdi.
Evet, Evrim kanser hastalığına yakalanmadan önce sarışın bir Kürt kadınıydı. Sokaklardan, eylemlerden haber topluyor, polis şiddetine maruz kalıyor ve günün sonunda, bütün yorgunluğuna rağmen haber merkezine enerjisi ile neşe katıyordu. Hiç mi problem çıkarmıyordu? Bunu en iyi şefi Ender Öndeş bilir. Varsa Evrim’in neden olduğu problemler, Ender anlatsın, biz de keyifle okuyalım. Yine “keyifle” diyorum. Çünkü Evrim’in neden olduğu problemlerin de, Ender’in de katkısı sayesinde, eninde sonunda keyifli bir yere evrilebileceğine inanıyorum.
Gazete muazzam bir gelenekten geliyordu. Muhabirleri, yazarları, dağıtımcıları sokak ortasında öldürülmüştü. Yetmemiş, haberleri matbaada sansürlenmiş, yetmemiş binası bombalanmıştı. Dışarıdan bakınca mahpushaneyi andıran Yenikapı’daki yeni binası da defalarca polis baskınına uğramış, çalışanlar topluca gözaltına alınmıştı.
Mahpushaneyi andıran binada insanın aklını alan, huzurunu kaçıran ve öfkesini bileyleyen onlarca haber hazırlandı. Her şey zordu gazetede fakat gazetede çalışanların inadı da zorluydu. Herkes gençti gazetede. Herkes delifişek. Eski bir tekstil atölyesi olan gazete binasının önündeki caddede voleybol da oynandı Newroz da kutlandı. Demir kapının önünde siyaset de konuşuldu, kimi kişisel dertler de paylaşıldı. Ara ara hırpalandı duygular ve düşler ama o inat hep baki kaldı.
Bu, gazetenin taşındığı Taksim’deki binada da sürdü. Yazılmayı bekleyen haberler vardır her zaman ama İstanbul kar tutmuşsa, molayı kar topu oynayarak vermek de mümkün. Koca insanlar binanın yakınındaki küçük meydanda çocuklar gibi kar topu oynadığımızı bugün gibi hatırlıyorum. Sahi, o anların fotoğraflarına ne oldu acaba? Evrim, en küçük çocuk neşesi ile aramızdaydı yine, bunu çok iyi hatırlıyorum. Sesi ve kahkahası hâlâ kulaklarımda.
Evet, her şey zordu gazetede ama gazetede çalışanların inadı da zorluydu. Evrim’in enerjisi, neşesini yitirmeyen bu inattan mı alıyordu, kim bilir.
Mayoz Bölünme Hikayeleri’nden Fincan Xanım’a
Mizah yazanların güçlü bir gözlem yeteneği ile özgün ifade etme biçimine sahip olması gerekiyor. Evrim’de bu özellikler vardı. Muhabbet esnasında stand up yapan Evrim, mizah yeteneğini kalemiyle de duyurdu. “Mayoz Bölünme Hikâyeleri” kitabı çıktığında dikkatleri üzerine çekti. Evrim, bu kitapta, bölgedeki trajik olaylardaki ironiyi yakalamış, küçük hikâyeler şeklinde bir araya getirmişti. 1990’lı yıllardaki şiddeti, trajik olayları, bir şekilde hayatta kalabilmiş insanların hikayelerini araştıranlar, bu kitaba da göz atmalı.
Mayoz Bölünme Hikayeleri’ni festival etkinlikleri için bulunduğumuz Diyarbakır’da imzalamıştı. Vecdi Erbay için bir mani yazmıştı ki bu hiç şaşırtıcı değildi. Ayrıca doğru söylüyordu, ben herhangi bir okur değildim, dostuydum ve yazar, kitap imzalama tedirginliğini bir espri ile halledebilirdi.
Fincan Xanım köşesi ise Evrim’in mizah yazarı olarak rüştünü ispatladığı yer oldu. Günlük hayattan, sokaktaki insanlardan, siyasetçilerden yola çıkarak yazdı ve politik mizahın şahane örneklerini verdi. Mizah zaten politiktir, amenna. Ama Evrim, kimsenin yanına yaklaşmaya cesaret edemediği konular hakkında yazdı, suya sabuna dokundu.
Trajik olanın hakkını vermek
“Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer” romanı, Evrim’in koşar adım yazdığı romanı oldu. Romanı yazmaya başlamadan önce, nasıl yazması gerektiği ile ilgili çok kişiyle konuştu, tartıştı. Bunlardan biri de bendim. Aklında bir hikâye vardı ve bunu hangi tarzda yazması gerektiği konusunda ikircikliydi. Birkaç uzun telefon görüşmesinin sonunda, “İlk cümleyi iyi düşün ve yaz, sonra kalemi serbest bırak, o biçim verir hikâyeye” dediğimi hatırlıyorum. Bunu inanarak söylemiştim çünkü Evrim’e güveniyordum.
Malatya’daki bir Alevi Kürt köyünü ve insanlarını anlatan “Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer” su gibi akan, yer yer gülümseten, çokça hüzünlendiren bir roman olarak çıktı. Evrim, bu romanı can havliyle yazdı diye düşünüyorum. Hastalığı nüksetmişti çünkü ve genç ömründe kalbinde taşıdığı acı hikâyeyi duyurmak için vaktinin azaldığını hissediyordu.
Diyarbakır’da birlikte yemek yemiştik ve o yemekten sonra sigara yakmıştı. Ben “Ama bu doğru değil” dedikçe kızmıştı. Hastalıktan konuşmak istemiyordu, gördüğü tedavilerden, aldığı tedavi önerilerinden bıkmıştı. Mümkünse, hastalığı hakkında konuşurken bile neşeli şeylerden, yeni projelerden söz etmek ve gülmek istiyordu. Mümkünse, ölümü bile gülerek karşılamak istiyordu.
“Moral Neyi Yener Kekê?” başlıklı yazıyı da bu ruh haliyle yazmış olmalıydı: “Kemoterapinin beş günlük yan etkisinden kurtulmuşum, saçlarım dökülmeden evvel Diyarbakır’ın sonbaharının tadını çıkarayım diyorum. Hava nihayet biraz serinlemiş. Kim kanseri duysa, ‘bu işin ilacı moral’ diyor. Meditasyonlar, reikiler, şifalı otlarla dolu telefonlardan kurtulup Diyarbakır’ın sokaklarına atıyorum kendimi. Adına şimdilik ‘moral’ dediğim sihri arıyorum. Her yer çocuk! Dünyanın bütün sihirlerini bozacak kadar gerçek, yoksul, uyanık ve çoklar. Selpak satan veya araba camı silen, her ne ile meşgulse, Diyarbakır’daki çocukları reddedersen, ‘Canın sağolsun’ deyip gidiyorlar. Can sağlığı topluyorum ben de. Çok ve bedava!..”
Min Dît filmi ve son
O yemekte başka bir heyecanı vardı Evrim’in. Yönetmen Miraz Bezar ile “Min Dît” filminin senaryosunu henüz bitirmişlerdi. Anlatma biçimine bir de senaryo yazarlığını eklemişti Evrim. Min Dît filmi de elbette Kürtlerin yaşadıklarına odaklanıyordu. Evrim’in en büyük derdi Kürtlerin maruz kaldığı mezalimdi de ondan.
Min Dît, Evrim’in imzasını taşıyan son eser oldu. Vefatından sonra çeşitli mecralarda yazdığı yazıları bir araya getiren bir kitabı daha yayımlandı: Biz Bu Dağın Çiçeğiydik. Burcu Karakaş ise “Ne Olmuş Güldüysek-Evrim Alataş Kitabı”nı hazırladı.
Meraklı, hırslı, cesurdu ve yaşamak tutkusunu hiç kaybetmedi Evrim. Gazeteciydi ve Kürtleri gazetelerde ve televizyonlarda anlattı, içeriden biri olarak. Samimiyetle, hassasiyetle, öfkeli bir ironiyle… Yazılarında Kürt gerçekliğini insan hikâyeleriyle kotardı. Tek romanında Türkiye’de sosyalist, Alevi, Kürt olmak meselesini doğduğu köyden yola çıkarak anlattı. Göç ettikleri İstanbul’da, bir tekstil atölyesinde çalıştı bir süre. İstese, iyi bir overlokçu olabilirdi fakat bir tekstil atölyesine sığmayacak bir enerjisi, anlatma, yaratma hevesi vardı.
Gazetede çalışmaya başlaması bir tesadüf değildi. Belki binlerce kişinin gelip geçtiği gazetede iz bırakanlardan oldu.
Evrim, birlikte çalıştığı hiçbir arkadaşının aklından çıkmamıştır. Tanıştığı insanların gönlünde müstesna bir yer edinmiştir. Şimdi, aradan yıllar geçtikten sonra bile Evrim, kederli bir gülümsemeyle, ayrıcalıklı hatıralarla ve sevgiyle anılıyor. Dostları ve Kürtler için hayatın bir armağanıydı Evrim.