Bêrû, yıllar sonra tekrar sahneye dönüyor. Teatra Jiyana Nû çatısı altında, aynı sözü tamamlamak, aynı nefesi kaldığı yerden sürdürmek için perde bir kez daha açılacak
Cihan Ekinci
Yüz yılı aşan İstanbul Şehir Tiyatroları tarihinde ilk kez bir Kürtçe oyunun repertuvara alınmış olması, sahnenin sessiz gövdesinde farklı bir ağırlık yaratıyordu. Biz heyecandan titremiyorduk belki ama o uzun, suskun yüzyıl titriyordu.
O gün Gaziosmanpaşa, her zamanki olağan akışındaydı. Yine de havada açıklanmayan bir gerilim vardı; sanki devletin tozlu raflarına kaldırılmış bir kelime bugün yerinden çıkacak, nefes alacak, kendi sesini duyuracaktı. Dilin yıllardır kapatıldığı kapı, o akşam yalnızca aralanmayacak, ilk kez görünür bir sahneye bakacaktı.
Bu, basit bir temsilden öteydi: yılların yok sayılmasının, dilin devletin çizdiği sınırlara hapsedilmesinin kırılma ihtimaliydi.
Bizim oyunumuz Dario Fo’nun “Klakson, Borozan ve Bırt”ının Kürtçe çevirisiydi; Bêrû adını verdik ona. Dario Fo, politikayı komedinin çıplak aynasına vuran bir yazardı—bizim için hem öğretmen hem yoldaş gibiydi. İlk tiyatro adımlarımızı onun “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” ile atmıştık; bu akşam ise, göğsümüzü gere gere çıkacaktık sahneye, aynı yazarın bize bir kez daha uzattığı ayna ile. Dekorlar yerleştirilmiş, kostümler prova edilmiş, ışık teknisyeninin hesapladığı gölgeler hazırdı. İzleyicilerimizi ağırlamaya hazırdık artık.
Sonra polisler geldi. Aslında gelmişlerdi demek daha doğru; çünkü birçok gösterimizde olduğu gibi, sahneye ilk gelenler yine onlardı. Biz henüz kuliste kostümlerimizi düzeltirken, en sadık izleyicilerimiz yerlerini almıştı. O kadar bağlıydılar ki oyunlarımıza, çoğu zaman seyirciden önce gelir, sahnenin girişinde sabırla bizi beklerlerdi. Hatta bazıları, bu ilgiyi geçici sanmasınlar diye, tekrar tekrar izlemek üzere kayıt altına almayı da ihmal etmezdi. O gün de gelenek bozulmamıştı; bizden önce sahnedeydiler, hazır ve tetikte.
Derken Kaymakamlığın tebligatı yetiştirildi: oyun süresiz olarak yasaklanmıştı. Gerekçe “kamu güvenliği.” Biz, yıllardır “kamu düzeni” denilen o soğuk kelimenin arkasına saklanarak bir dilin, bir kültürün varoluşunun nasıl sorgulandığını bildiğimiz için şaşırmadık. Beklenenin gerçekleşmesiydi bu. Ama alışkanlık, öfkeyi dindirmiyor. İçimize çöken duygu, kabullenilmiş bir kader değil; tanıdık bir haksızlığın kemiklerimize kadar işleyen ağırlığıydı. Sahne, o anda, sadece bir mekân değil; bastırılmış bir tarihin titreştiği canlı bir bedene dönüştü.
Yönetmenimiz aşağı çağrıldı; imza baskısı yaptılar. Biz, imzalamayacağımızı söyledik—tutanağın bize uzatılan bir oyundan daha çok, bir gönül yarası olduğunu biliyorduk. O yasak kararının anlamı yalnızca bizim oyunumuzu susturmak değildi. Anlamı şuydu: bir dilin sahnede konuşmasının kendisi “güvenlik tehdidi” ilan edilebiliyordu. Türkçe oynandığında sıradan sayılacak sözcükler, Kürtçeyle söylendiğinde şüpheye düşüyordu; suçlamalar, terör propagandası biçiminde kılıf buluyordu. Bu, tiyatronun kendisine, sanatın haklı ve barışçı diline karşı, ceberut bir duruştu. Ve bu duruş, sadece o geceyi değil, bu ülkenin uzun tarihini özetliyordu: dışlayarak, yasaklayarak toplumun farklı seslerini boğmak.
Sahneden sessizce çekip gitmek, yasağı kabullenmek olurdu; buna niyetimiz yoktu. Sahnede yerimizi aldık ve o an söz, bir açıklama olmaktan çıktı, bir itiraza dönüştü. Söylediklerimiz yalnızca öfkenin değil, yan yana durmanın, birlikte direnmenin sesiydi. Yasaklara karşı bir çağrı, sanatın yalnız bırakılmaması için bir davetti. Çünkü biz biliyoruz: sanat durdurulamaz bir nehir gibidir; önüne set çekilebilir, yatağı daraltılabilir, ama sonunda mutlaka denize varacak başka bir yol bulur. O gün sahnede söylenen sözler, işte o nehrin ilk gürültülü kıpırtısıydı.
Ne çabuk yayıldı haber. Sosyal medya bir alev gibi sardı olayı; ulusal mecradan uluslararası haberlere kadar yankılar yükseldi. Dario Fo’nun ailesine kadar ulaştı haber; oradan bir el uzandı bize. Fo ailesi bu yasak sürecine ilgi gösterdiğinde, anlatının yalnızca bize ait olmadığını anladık. Belgesel, yasaklanan bir oyunun kaydından ibaret değildi; sahnenin, polisin, kulisin ve susturulmak istenen sözün izini süren çok katmanlı bir hafızaya dönüştü. Kameralar yalnızca bizim hikâyemize değil, dünyanın farklı coğrafyalarında Dario Fo’nun metinleriyle buluşmuş oyunculara, dillere ve bedenlere de yöneldi. Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Orta Doğu’dan Akdeniz kıyılarına uzanan bu karşılaşmalarda görüldü ki; dillerimiz, kültürlerimiz, tarihsel yüklerimiz farklı olsa da toplumcu sanat aynı yerden konuşuyor. Aynı estetik isyanla, aynı gülüşle, aynı öfkeyle.
Yasaktan yıllar sonra, 11 Aralık 2025’te Amed Uluslararası Film Festivali’nde o belgeseli izlerken, içimde iki duygu yan yana durdu: biri, o gecenin adaletsizliğinin bıraktığı sızı; diğeri, bu estetik direnişin dünyanın dört bir yanında yankı bulmasının verdiği onur.
Belgesel ilerledikçe, sanatın iktidarlara karşı nasıl yalın ama sarsıcı bir direniş hattı kurduğunu bir kez daha gördüm. Sahne, bir coğrafyaya ait olmaktan çıkıyor; ezilenlerin ortak belleğine yaslanan bir nehre dönüşüyordu. Önüne set çekilen, yatağı daraltılan ama her seferinde başka bir yol bulan o nehir… Dario Fo’nun metinleri işte bu yüzden dünyanın her yerinde yankı buluyordu; çünkü onlar elit bir sanatın değil, sokakta, grevde, meydanda filizlenen bir estetik-politik bilincin ürünleriydi. Dario Fo ve eşi Franca Rame, sanatı iktidarların hoşuna gitsin diye değil, rahatsız etsin diye kurmuşlardı; ezilenlerle yan yana duran, kahkahayı bir silaha, sahneyi bir meydan okumaya dönüştüren devrimci bir dil yaratmışlardı. Bu ruh, yazdıkları her satıra sızmış, oynandığı her sahnede yeniden can bulmuştu.
O perde karardığında hissettiğim şey şuydu: bazı sanatçılar sadece oyun yazmaz, bir çağın vicdanını sahneye bırakır. Dario Fo ve Franca Rame’nin önünde, bu yüzden, derin bir saygıyla eğildim.
Teatra Jiyana Nû bizim tarihimizin bir haritasıdır. Kurulduğunda o dönemin oyuncularının elinde bir reçete yoktu; karanlıkta, göz yordamıyla ilerlediler. Ama o karanlıkta, her gösteri bir ders, her provada bir ritüel oluştu. Teatra Jiyana Nû, kurumsal Kürt tiyatrosunun ilk adresi olma iddiasını taşır; sadece oyun üretmez, dilin, belleğin, direnişin bir aracı olur. Bizi yok saymaya çalışanlar, aslında bizim sahnemizi çoğaltır; yasaklar bizi sahneden alır ama sokaklara, parkların çimenlerine, mahallenin avlularına iter. Çünkü tiyatro, sahne duvarlarıyla sınırlı değildir; insanın bulunduğu her yer sahnedir.
Bütün bu yaşananlar, bize yalnızca neye karşı durduğumuzu değil, neyi ayakta tuttuğumuzu da hatırlattı. Dayanışmanın, sözün ve sahnede kalma ısrarının boşa düşmediğini zamanla gördük. Çünkü bazı hikâyeler susturulmaz; yalnızca bir süre bekler. İşte o bekleyişin ardından, yarım kalan bir cümle yeniden kendine yol buldu. Bêrû, yıllar sonra tekrar sahneye dönüyor. Teatra Jiyana Nû çatısı altında, aynı sözü tamamlamak, aynı nefesi kaldığı yerden sürdürmek için perde bir kez daha açılacak.
İnanıyorum ki bir gün bu ülkenin genç kuşakları, bugün bize ve tüm ezilenlere reva görülenleri utanç ile anacak ve bu utancı tarihin çöplüğüne atacak; fakat o güne dek sahneye çıkmaktan, anadilimzden ve çocuksu bir ısrarla gülmekten asla vazgeçmeyeceğiz. Yakında görüşmek üzere…









