Hukuk, tarihin her döneminde çokça tartışılan, tartışanların çıkarları doğrultusunda sağa sola çekiştirildiği için de üzerinde ortaklaşılamayan bir kavram olagelmiştir. Günümüzde de üzerinde tam bir uzlaşma olmamakla birlikte genel kabul gören hukuk kavramı şöyle ifade edilebilir: “Hukuk, toplumun genel yararını veya ortak iyiliğini sağlamak amacıyla yasama yetkisine sahip makam tarafından konulmuş ve kamu erkinin yaptırımıyla güçlendirilmiş bir toplumsal kurallar bütünüdür.”
Türkiye Cumhuriyeti, 82 Anayasası’nın 2. maddesine göre bir “hukuk devleti”dir. Anayasa Mahkemesi’ne göre (2017/161 sayılı karar) “Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.”
Devletin bütün eylem ve işlemlerini hukuk kuralları çerçevesinde gerçekleştirmesi aynı zamanda hukukun üstünlüğü olarak da ifade edilebilir. (Türkiye’de halihazırda Cumhurbaşkanı, bakanlar ve milletvekilleri “hukukun üstünlüğü” ne bağlı kalacakları üzerine yemin ederek göreve başlar.) Hiçbir kurumun ve yöneticinin hukukun üzerinde olmadığı anlamına gelen hukukun üstünlüğü ilkesi, her şeyden önce devletin faaliyetlerinde hukuka bağlı olmak zorunda olduğunun ve keyfi uygulamalarda bulunamayacağının altını çizer. Hukukun üstünlüğü, aynı zamanda önceden belirlenen ve ilan edilen hukuk kuralları çerçevesinde bireylere davranışlarını düzenleyerek, ceza ve yaptırımlardan kaçınabilmesi olanağını verir ki böylece bireylerin hukuk güvenliği sağlanmış olur.
Halen yürürlükte olan 82 Anayasası, 12 Eylül darbesinin ürünü olmakla birlikte hukuk devleti, hukukun üstünlüğü gibi kavramlara yer vermiş ama bu kavramlar kanun metinlerinde yer almaktan öteye geçememiştir. Bunun gerekçesi olarak ise genellikle Kürt sorununda çatışma süreci üzerinden yaratılan, ülkenin bölüneceği algısı kullanılmıştır. Böylece hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlal edilmesi meşrulaştırılmış; hukuk güvenliği, Kürtler başta olmak üzere emekçiler, kadınlar, sosyalistler, Aleviler ve ezilen yoksul halk kesimleri için söz konusu olmaktan çıkmıştır.
Hukuksuzlukların mağduru olarak 2002’de iktidara gelen AKP, takipçisi olduğu neoliberal politikaların yarattığı toplumsal tahribat arttıkça ve iktidarının meşruiyetini sorgulayan kesimler genişledikçe hukuktan daha da uzaklaşmıştır.
9. yılını dolduran 15 Temmuz darbe girişimi, AKP için hukuk tanımazlığını mazur göstermenin olanağını yaratmıştır. Darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’den yararlanarak iktidarını daim kılacak yeni bir rejimin taşlarını örmeye girişen AKP, işe Kürt siyasetçilerin dokunulmazlıklarını kaldırarak özgürlüklerini kısıtlamakla ve Kürt illerine kayyum atamakla başlamıştır. Ardından KHK’larla basının, akademinin, muhalif sendikaların ve iktidarı için tehdit gördüğü her kesimin sesini kısmaya girişmiştir.
2024 yerel seçimlerinde AKP karşısında önemli bir başarı elde etmesiyle birlikte hukuksuzluklarla sesi kesilme sırası, ana muhalefet partisi CHP’ye gelmiştir. Yakın zamana kadar Kürtlerle yan yana gelmemek, devletin resmi söylemine karşı çıkmamak için Kürtlere yönelik hukuksuzluklara ses çıkarmayan CHP, AKP iktidarının bekâsı için tehdit olarak görülmesiyle beraber bir zamanlar sessiz kaldığı Kürtlere yönelik hukuksuzlukların yeni hedefi olmuştur.
AKP iktidarının her alanda anti demokratik uygulamaları ve hukuksuzlukları sürerken diğer yandan Kürt sorununun çözümüne ilişkin, bugüne dek olmadığı kadar ileri adımlar atılmaktadır. Öcalan’ın 9 Temmuz’da yayınlanan görüntülü çağrısının ardından PKK, Süleymaniye’de silah bırakma töreni düzenleyecek (Bu yazı kaleme alındığında tören henüz gerçekleşmemişti.), Cumartesi günü ise Erdoğan, -AKP yetkililerince “tarihi” olarak nitelenen- bir açıklama yapacaktır.
Baş döndürücü bir hızla gelişen bu süreçte sanırım akıllardaki en önemli soru ve en büyük kaygı, demokrasi ve hukuktan uzak bir iktidar ile yapılacak barış görüşmelerinden olumlu sonuç beklemenin ne kadar gerçekçi olduğudur.
40 yılı aşkın süredir devam eden bir çatışma sürecinin kısa zamanda barışla sonuçlanmasını beklemek elbette gerçekçi olmaz. Ama bu, barışa doğru atılmış adımları görmezden gelerek süreci reddetmeyi de gerektirmez. Unutmamak gerekir ki Kürt sorununun barışçı çözümü için atılacak her adım, devletin demokrasi ve hukuk ihlallerinin en önemli gerekçesini ortadan kaldıracak; hukuk ve demokrasi mücadelesinin önünü açacaktır.
Sözün özü: Toplumsal barış sağlanmadan hukuk ve demokrasi mücadelesinden sonuç alınamaz. “Demokratik, laik bir hukuk devleti” için amasız, fakatsız barışı savunmak ve barış çabalarına destek olmak gerekir!