Irkçılığın ve faşizmin 21. yüzyıldaki devamlılığını besleyen ve üreten en bereketli toprakların başında mülteci/göçmen ve yabancı düşmanlığı geliyor dersek yanılmış olmayız. Bunu doğrulayan o kadar yaygın ve tipik olgular var ki.
Avrupa’nın hemen her devlet parçasında sağcı ve özellikle de ırkçı, faşist parti ve hareketler göçmen düşmanlığı rüzgarını arkasına alarak ilerliyorlar. Bu rüzgarın toplumdaki ideolojik ve politik ve karşılığına bağlı olarak, hükümet koalisyonlarına dahil oluyorlar, yerel belediyeleri kazanıyorlar, ülke siyasetindeki ağırlıklarını adım adım güçlendiriyorlar. Tek başına iktidara gelebilenler bile var. Trump’ı zaten herkes biliyor! ABD emperyalizminin bu yeni faşist reisi, ne olduğunu hiç saklama gereği duymayanlardan. Beyaz ABD’lileri tavlamak için giymeyeceği ırkçı kostüm yok.
Benzer olguların çarpıcılığını resmetmek bakımından dışarıdan örneklere pek de ihtiyacımız yok aslında. Türkiye’de, ırkçılığın ve faşizmin eskisi ve yenisiyle beslenme ve üreme kaynakları “yerli ve milli” patentli haliyle, hayli zengin ve iç içe mevcut bulunuyor. “İçimizdeki yabancılar” çok bizde. Örneğin; Kürt düşmanlığı egemen devlet aklının kurucu mayasında var zaten. Cumhuriyetten beri aktif ve her daim aktüel. Sistemin limanına bağlı tüm siyasal ve sivil yapıların özneleşebilmek, meşrulaşabilmek için şu ya da bu derinlikte atmak zorunda olduğu vazgeçilemez bir çıpa. Dolayısıyla, Türkiye toplumunun akli ve ruhi karasuları da adeta Kürt/Kürdistan düşmanlığı bandralı envai çeşit gemiyle işgal edilmiş gibi bir manzaraya sahip.
Toplumun, zora dayalı faşist devlet politikalarının ve ırkçı, ulusalcı partilerinin arkasından sürüklenip durulması bu akli ve ruhi işgal edilmişlikle doğrudan ilintili. Kendi özgürlüksüzlüğünün, yoksulluğunun ve yoksunluğunun kaynağının Kürtlerin ve Kürdistan’ın varlığı ve mücadalesi olduğuna inandırılmışlık, Türk halk yığınlarının çok geniş kesimlerinin gerçeği olmaya devam ediyor. Devlet aklıyla güdümlenmiş toplumsal zeminde linççi saldırganlık örnekleri hiç eksik olmuyor o yüzden. En son, Trabzon’da Güney Kürdistanlı turistler ırkçı bir gruhun gazabına uğradılar. Giysilerinde Kürdistan yazdığı ve Kürdistan’ı simgeleyen renkler taşıdıkları için. Yani, dışarıdan da gelseler, “içimizdeki yabancılar”dan sayıldıkları için.
Alevileri, Ermenileri, Süryanileri ve diğerlerini unutuyor değiliz elbet. Sivas’taki katliam Alevleri hala içimizi yakmıyor mu? Hrant Dink kimler tarafından, neden ve nasıl katledildi, unutmak mümkün mü? Onlar da “içimizdeki yabancılar”dan olmaya devam ediyor! Daha dün, Ekrem İmamoğlu bile “Pontuslu Rum” diye yaftalanıp “içimizdeki yabancılar”a dahil edildi, gözden düşürülmeye çalışıldı seçim günlerinde.
“İçimizdeki yabancılar” algısı devlet eliyle bir toplumun akli ve ruhi dokusuna ideolojik ve politik olarak işlenmeye görsün, sistem hastalığının ve hüsumetlerinin üretildiği laboratuvara dönüşüşür sosyal ve politik gerçeklik. Zaman içinde zapturap altına alınması, bertaraf edilmesi gereken “içimizdeki yabancılar”a ihtiyaç halinde durmadan yenileri de eklenir.
AKP-MHP-Ergenekon faşist bloğu somutunda iktidardaki devlet aklı, dünyadaki benzerlerinde olduğu gibi ırkçı, ayrımlaştırıcı argümanlarına mülteci/göçmen düşmanlığını epey zamandır eklemiş durumda. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu baş aktör ve “Suriyeliler” baş hedef. Hayata tutunmaya çalışan yüzbinlercesini kastederek, onları avlayıp kamplara tıkmak gerektiği jargonuyla böbürlene böbürlene demeçler veriyor. Müjde verir gibi, orada sıralarını bekleyip memleketlerine geri gönderileceklerini de söylüyor utanmadan. Memleketleri dediği, Türkiye’nin işgali altında olan Afrin, Cerablus, Azez, Bab gibi Suriye’nin Kürdistan toprakları. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin birinci dereceden rol oynadığı savaş nedeniyle yerinden yurdundan olan Suriyeli göçmen ve mültecileri, yine savaş siyasetinin bir piyonu gibi kullanmak istiyorlar aynı zamanda.
Soylu’nun itiraf ettiği gibi, uzun zamandır “bir stratejiyi uygulamaktalar”. Şimdiye değin pek çok şehirde göçmenleri hedef alan, doğrudan kışkırtıcı vukuatlar tezgahlandı ya da göçmenlerin karıştığı sıradan olaylar buna yönlendirildi. Her cinsiyle iktidar medyası, bu “içimizdeki yabancılar”ı karalayan, uydurma haberle toplumsal tepki ortamı hazırlayan ve linççi grupların saldırılarını aklayan manşet ve haberler diziyor. Sosyal medyada dolanan ve milyonu aşan kişinin katıldığı imza kampanyaları bu türden yorumlar eşliğinde devam ediyor.
Göçmenlerin ve mültecilerin geleceği ırkçı anlayışların, faşist iktidarların eline bırakılamaz, bırakılmamalıdır. Halkları birbirine düşman etme politikasını boşa çıkarmanın yolu, göçmen ve mültecilerinin haklarına sahip çıkmaktan, dayanışmakta, birlikte örgütlenmek ve mücadele etmekten geçiyor. Ancak, kabul etmek gerekir ki, Türkiye’nin soruna duyarlı örgütlü güçlerinin ortaya koydukları çaba çok yetersiz. Durumun, kapsamlı bir öz eleştiriyle işe koyulmayı gerektirdiği de açık.