Kürt halkının tarihi, bu iki zihniyetin kesiştiği yerde şekillenmiştir. Öcalan’ın önerisi, bu kesişmeyi bir çatışma alanı olmaktan çıkarıp yeni bir toplumsal sözleşmeye dönüştürmektir: kimlik, artık bir iktidar aracının değil, ortak yaşamın zemini olmalıdır
Modern siyasal düşünce, toplumsal varoluşu anlamlandırırken kimliği neredeyse daima etnik temeller üzerinden tanımladı. Bu yaklaşım, insan topluluklarının birbirine benzeyen dil, din ve kültür öğeleriyle “doğal” biçimde bir araya geldiği varsayımına dayanır.
Bu varsayımın en belirgin sonucu, etnisitenin siyaset için meşru bir araç olarak görülmesidir. Bir halkın “birliği” ya da “özgünlüğü” artık biyolojik ya da kültürel bir olgu olmaktan çıkar ve siyasi bir kimlik talebine dönüşür. Böylece devlet, toplumun doğal çokluğunu tek bir “ulus” adı altında toplayarak onu yönetilebilir bir kitleye indirger.
Bu zihniyet, etnisiteyi doğal bir kimlik olmaktan çıkarıp siyasal mühendisliğin merkezine yerleştirir. Her toplumsal farklılık, “ulusal kimliğe dahil olanlar” ve “olmayanlar” biçiminde yeniden tanımlanır.
Kürtlerin tarihsel tecrübesi bu sürecin çarpıcı bir örneğidir. Osmanlı sonrası Ortadoğu’da kurulan yeni ulus-devletler, Kürt varlığını ya “bölgesel folklor” düzeyine indirgemiş ya da “ayrılık tehdidi” olarak bastırmıştır. Bu, kimliğin doğallığından değil, kimliğin iktidar tarafından çizilmiş sınırlarından kaynaklanır.
Klasik ulus-devlet zihniyeti, kimliği sabit bir kategori olarak ele alır. Her bireyin ait olduğu “ulus”, onun siyasal aidiyetinin de sınırıdır. Bu bakışa göre kimlik değişirse düzen bozulur; farklılık çoğalırsa toplum dağılır. Günümüz TC devleti siyaseti de buradan besleniyor. Bu nedenle ulusal kimlik, hem bir güvenlik politikası hem de bir itaat aracı haline gelir. Eğitim sistemi, tarih yazımı, dil politikaları hep bu kimliği üretmeye hizmet eder. Kimliğin inşası böylece toplumsal hafızanın yeniden yazılması anlamına gelir.
Önder Abdullah Öcalan, bu noktada paradigmatik bir kopuşu temsil eder. Ona göre kimlik, tarihsel ve ilişkisel bir kategoridir. Toplumlar değişen üretim biçimleri, inanç sistemleri ve iktidar ilişkileriyle birlikte kimliklerini yeniden kurarlar. Dolayısıyla kimlik, bir “öz”den çok bir süreçtir. Modern devletin bu süreci dondurması, toplumu canlı bir varlık olmaktan çıkarıp idari birimlere bölmesidir.
Kürt kimliği de tam bu donma noktasında bastırılmış, ardından direniş biçiminde yeniden doğmuştur. Ancak Öcalan, kimliği salt direnişle tanımlamanın da yeterli olmadığını vurgular. Direniş, kimliğin savunulması kadar, onun yeniden inşa edilmesi sürecidir.
Etnisitenin siyasallaşması, devlet-iktidar düzenlerinin bir sonucudur. Çünkü ulus-devletin varlık zemini homojenliktir. Devlet, toplumdaki bütün farklılıkları tek bir kimlik potasında eritmek ister. Bu homojenliğin ideolojik adı milliyetçiliktir. Milliyetçilik, bir toplumu ortak geçmiş ve düşman figürleri etrafında birleştirerek sahte bir dayanışma üretir.
Bu dayanışma, halkın kendi kaderini tayin etmesi anlamına gelmez. Tam tersine, onu iktidara bağımlı hale getirir. Ulus-devletin varlığını sürdürebilmesi için sürekli olarak bir “öteki”ye, yani tehdit üretimine ihtiyacı vardır. Bu nedenle etnik fark, sürekli siyasallaştırılır.
Kürtlerin modern tarihteki konumu, etnisitenin siyasallaştırılmasının en somut sonucudur. Osmanlı sonrası dönemde Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de kurulan ulus-devletler, Kürtleri kendi ulusal bütünlükleri için bir tehdit olarak gördü. Dilin yasaklanması, aşiretlerin dağıtılması, zorunlu iskan ve kültürel asimilasyon politikaları bu zihniyetin araçlarıydı. Kürt kimliği bastırıldıkça direniş biçimine dönüştü. Kimlik, özgürlük ve varoluş talebi haline geldi. Halkların kendi tarihsel hafızası ve yerel örgütlenme biçimleri ulus-devletlerin tekçi zihniyetiyle silinmeye çalışıldı.
Demokratik ulus fikri tam da bu silinişi durdurmayı hedefler. Burada ulus, ortak yaşamı örgütleme biçimi olarak devreye giriyor. Aidiyet, devlet yerine topluma yönelir. Dolayısıyla demokratik ulus, ulus-devletin inkar ettiği bütün farklılıkları içeren ama onları birbirine dönüştürmeden bir arada tutan yeni bir siyasal formdur.
Bu çerçevede “etnisite” toplumsal çeşitliliğin bir parçası haline gelir. Kürt kimliği de bu anlamda tarihsel bir hafıza, bir direniş bilinci ve toplumsal örgütlenme tarzıdır. Önder Öcalan’ın paradigmasında kimlik, kendini bir halka ait görmek kadar tüm halklarla özgür ve eşit ilişkiler kurabilmekle tanımlar. Bu, milliyetçiliğin dar ufkunu aşan bir politik öznellik önerisidir.
Sonuçta, etnisitenin siyasallaşması ulus-devletin ontolojik zorunluluğudur; demokratik ulus ise bu zorunluluğun tarihsel sınırlarını aşma çabasıdır.
Birincisi, kimliği yönetmek ister; ikincisi, onu özgürleştirmek.
Birincisi, toplumu homojenleştirir; ikincisi, çokluğunu tanır.
Kürt halkının tarihi, bu iki zihniyetin kesiştiği yerde şekillenmiştir. Öcalan’ın önerisi, bu kesişmeyi bir çatışma alanı olmaktan çıkarıp yeni bir toplumsal sözleşmeye dönüştürmektir: kimlik, artık bir iktidar aracının değil, ortak yaşamın zemini olmalıdır.