Kapitalist düzenin ve serbest piyasa odaklı uygulamaların yaratığı yıkım ortadayken, söz konusu yasal çerçeve ile de amaçlanan, iklim değişikliğinin azaltılması veya durdurulması değil, yeni bir piyasa yaratılması ve ‘yeşil büyüme’ye hizmet etmesi. Milyonlarca insan susuzluktan kırılacak, kitlesel açlık yaşanacak, ölümler, salgınlar olacak
Perihan Koca
Epeydir gündemde olan ve tepeden inme bir şekilde TBMM Çevre Komisyonu’na 25 Şubat’ta bir “ön bilgilendirme” toplantısıyla dayatılarak getirilen 20 maddelik “İklim Kanunu Teklifi” hemen bir gün sonrasında, 26 Şubat’ta alelacele yapılan komisyon görüşmeleri ardına iktidar milletvekilleri oylarıyla komisyonda kabul edildi. Kanunun yakın zamanda meclis genel kuruluna getirilmesi bekleniyor.
Teklifin adı “iklim kanunu.” Ama gelin görün ki; kanunun ismi ve içeriği arasındaki doku uyuşmazlığı her maddesinde kendisini dışa vuruyor. Milyonların iklim krizine dair kaygılarını “yeşil vizyon”, “yeşil büyüme” makyajıyla istismar ediyor. Zira baştan aşağı bir karbon emisyon ticaret sözleşmesi olan bu teklif, sermayeye uyumlanmış bir kanun muradıyla içeriklendirilmiş. Türkiye’nin en büyük ihracat kanalı olan AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizmasına uyumlandırmak üzere şekillendirilmiş. AB’nin “Yeşil Yeni Düzeni”ne entegre alternatif bir piyasa alanı yaratma hedefiyle donatılmış.
Neoliberal piyasanın tahkimi
Kanun teklifinin genel çerçevesini neoliberalizme dayalı OVP ve 12. Kalkınma Planı’yla uyumlanmış uygulama düzenlemeleri oluşturuyor. Merkezine ise Emisyon Ticaret Sistemi’ni (ETS) alıyor. Kanun teklifinin temelini oluşturan ETS, karbon salımının alım satım işlemlerinin gerçekleştiği ticaret sistemini tarifliyor. ETS’de şirketler piyasa temelinde birbirleriyle karbon ticareti yapabiliyor.
Bu kanunla, İklim Değişikliği Başkanlığı tarafından ETS ve her ilde valiler başkanlığında il veya bölge teşkilat temsilcileri ile yerel yönetimlerin temsilcilerinden oluşan İl İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu kurulacak. Danışma ve denetim mekanizmalarında ise TÜSİAD’dan MÜSİAD’a sermaye grupları yer alacak. Emisyon ticaret sisteminin işletilmesi ise elektrik piyasasını tüketimini kapitalist bir tarzda düzenleyen bir kurum olan EPİAŞ’a veriyorlar. Sera gazı emisyonlarının en büyük kaynağı olan elektrik üretimi sektörüyle doğrudan ilişkisi düşünüldüğünde bu son derece absürt bir durum oluşturuyor.
Esasında, bir iklim kanunundan asgari düzeyde beklenen şey, iklimi değiştiren sera gazı emisyonlarını azaltacak somut önlemleri, karbon salınımının en temel nedeni olan fosil yakıttan çıkışa, vahşi madenciliğe dair bir eylem planını, yutak alanlarının korunması ve artırılmasına yönelik düzenlemeleri ilkesel ve yasal yaptırımları hayata geçirecek uygulamaları içermesidir.
Ancak ne var ki; “İklim Kanunu” adını taşıyan bu kanunla kirliliği piyasalaştıracak, daha fazla kirletmenin yolunu açacak, daha fazla kirletmeye teşvik edecekler. Karbon salınımı alınıp satılabilen bir meta haline getirilecek, şirketler “kirletme ve tahribat hakkı”nı parasıyla satın alabilecek. Velhasılı kanun kılıfıyla, iklimi değiştiren şirketler aklanacak, yağma meşrulaşacak, bir şirket sahibi atmosferi yasal olarak dilediğince kirletebilecek. Üstelik “Nasıl olsa yutak alan oluşturuyorum, ağaç dikiyorum, parasını da ödeyip kirletme hakkını satın alıyorum” diyerek şirketler daha büyük çevresel suçları işlemeye cesaretlenecekler.
İklim krizinin etkilerine karşı son derece kırılgan bir coğrafyada konumlandığımız ülke gerçekliğinde, selleri, yangınları, kuraklığı, sulak alan kayıplarını, aşırı hava olaylarını, Anadolu coğrafyasının ortasında oluşan obrukları, ormansızlaşmayı denizdeki, topraktaki havadaki yok edici kirlenme seviyelerini, çeşitli türlerin neslinin tükenmeye yüz tuttuğu iç içe geçmiş çoklu ekolojik kriz dinamiklerini yaşarken; ticari kaygılar merkeze alınarak sermayenin çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda sömürü ve tahribatın devam etmesi için önümüze getirilen bu kanun son derece yıkıcı sonuçları bağrında taşıyor.
12. Kalkınma Planı her maddesi ekolojik yıkımlar getirecek olan uygulama ve hedefler bu kanun teklifiyle tahkim ediliyor. Malumunuz, 12. Kalkınma Planı’nda temiz enerji çözümü olarak nükleer enerji öngörülmüş, Mersin Akkuyu santraline ek olarak; Sinop ve İğneada nükleer santralleriyle nükleer enerjinin genişletileceği, elektrik kurulu gücünün yüzde 32 artacağı, kömür üretimi ve kullanımında büyük artış öngörüsü söz konusu olacağı enerji sektörü hedefleri doğrultusunda belirtilmişti. Bu hedefler kapsamında geçtiğimiz Kasım ayında gerçekleşen COP 29 toplantısında mevcut nükleer enerji kapasitesinin 2050 yılına kadar üç katına çıkarılmasını öngören Nükleer Enerjiyi Üç Katına Çıkarma Deklarasyonu’na imza atan ülkeler arasına Türkiye de katıldı.
Bu hedeflerle uyumlanmış bir “iklim kanunu” sermayenin kârı için iklim krizini adeta paha biçilemez bir fırsat kapısı olarak görüyor. Tam da böyle olduğu içindir ki; kanun içeriğinde çarpık ve karbon salınımlı kentleşmeyle, mega kentlerle, sürdürülemez kent politikalarıyla, deprem kuşağı üzerine konumlanmış ucu bucağı olmayan beton şehirlerle ilgili hiçbir şey yok.
Endüstriyel hayvancılık, kuraklık eylem planı yok
Aynı şekilde kanun teklifi endüstriyel hayvancılığın yarattığı iklimsel tahribata dair de hiçbir şey içermiyor. Oysa endüstriyel hayvancılık karbondan çok metan gazıyla anılan bir sektör ve metan gazı karbondan kat kat yüksek sera etkisine sahip. Bu miktarların düşürülmesiyle ilgili herhangi bir tasarruf içermiyor söz konusu kanun.
Son Ulusal Katkı Beyanında “artıştan azaltım” sunumu altında verilen rakamlarla aslında sera gazı artışının bugünkü hızıyla devam etmesi öngörülüyor. Bu öngörüler ve Türkiye’nin Çukurova havzasının merkez üssü olduğu şekilde dünyanın çöplüğü haline getirildiği koşullarda bol yeşil boyalı makyajlama ile bezeli 2053 net sıfır hedefi de bir PR çalışmasının ötesinde bir mana taşımıyor.
Yine bakıyorsunuz, kuraklık, sulak alanların yok olması gibi yıkıcı iklimsel olaylara dair hiçbir tedbir içermiyor yasa. Sulak alanları tehdit eden ve hızla kurutan etkenlerle ilgili yasa hiçbir şey söylemiyor. Sulu tarım ve kuraklık ciddi sulak alan kaybına yol açıyor. Biyoçeşitliliğin korunmasına yönelik hiçbir şey söylenmiyor. Doğa Derneği’nin verilerine göre; Son 50 yılda dünya genelindeki sulak alanların yüzde 35’inden fazlası yok oldu. Akdeniz, 1970 yılından bu yana doğal sulak alanlarının yüzde 50’den fazlasını kaybetti.
Aynı verilere göre sulak alanları ormanlardan 3 kat daha hızlı kaybediyoruz. Son elli yıl içinde omurgalı canlı popülasyonlarında yaşanan en büyük azalma yüzde 83 ile tatlı su türlerinde meydana geldi. Sibirya’da üreyip Akdeniz çevresinde kışlayan ince gagalı kervançulluğu, küresel çapta yayılış gösterirken kuraklık, sulak alanların yok edilmesi, iklim değişikliği gibi nedenlerle türün nesli tükendi. Anadolu’da sulu tarım uygulamalarının desteklenmesi nedeniyle Tuz Gölü, Van Gölü, Seyfe Gölü gibi sulak alanlar birer birer kuruyor. Suya yönelik yanlış planlama ve uygulamalar tepeli pelikanların dünya nüfusunun yüzde 9’unun kışladığı Marmara Gölü’nü tamamen kuruttu.
Kapitalist düzenin ve serbest piyasa odaklı uygulamaların yaratığı yıkım ortadayken, söz konusu yasal çerçeve ile de amaçlanan, iklim değişikliğinin azaltılması veya durdurulması değil, yeni bir piyasa yaratılması ve ‘yeşil büyüme’ye hizmet etmesi. Milyonlarca insan susuzluktan kırılacak, kitlesel açlık yaşanacak, ölümler, salgınlar olacak, biyoçeşitlilik hızla yok olacak, aşırı kurak, aşırı sıcak havalar olacak. İklim düzensizlikleri derinleşecek. Ve ama öyle görünüyor ki; bu kapitalist hegemonya hüküm sürdükçe tüm doğal varlıkları ve yaşamı metalaştırarak bakan sermaye aklından vazgeçmeyecekler…