Varlığını çeşitli belirtilerle anladığımız ama ne olduğu henüz tam anlaşılmayan “süreç” devam ediyor. Henüz “ne olduğu” tam anlaşılamayanın “ne olabileceği” ve “nasıl ilerleyebileceği” üzerine bolca yazılıp konuşuluyor.
Bizzat üstüne konuşulup yazılanlar da sürecin “ne” olacağını ve “nasıl” ilerleyeceğini bir biçimde etkilese de, elbette esas olan Kürt coğrafyası ve toplumsal gerçekliğinde fiilen yaşananlardır.
Üstelik olayın somut yaşanan halinde sadece Kürtler ve Kürt coğrafyası değil, Suriye ve hatta bütün Orta Doğu’da yaşanan muazzam alt üstlük bütün gücüyle devrededir, hatta sürecin ebesidir! O zaman bakacağımız coğrafya çok daha geniş ve toplumsal alan çok daha kalabalık ve farklı kimlikler barındırıyor.
Hem hakkındaki tartışmalara hem de fiilen yaşananlara bakarak sürecin güncel halini anlamaya çalışalım.
‘Orası’ ile ‘Burası’
Türkiye emperyalist “Batı” tarafından “gözetmekle” görevlendirildiği Yeni Suriye’nin içine girdikçe, “orası” ile “burası” arasındaki zaten uzun zamandır yaşanan karşılıklı akış hali hem farklı alanlara yayılıp dallanıp budaklanıyor hem de hızını ve yoğunluğunu arttırıyor.
Sınırlar iyice geçirgenleşmişti, şimdi neredeyse buharlaşıyor. Öyle gözüküyor ki, maddi-coğrafi sınırlardan şimdi de siyasi ve toplumsal sınırların geçirgenleşmesine doğru gidiliyor. Etkileşim o kadar hassaslaştı ki, Suriye’de olup bitenler hızla Türkiye’yi etkiliyor. Üstelik henüz yolun başındayız, etkileşimin çok daha fazlasını önümüzdeki aylarda yaşayarak göreceğiz.
İki ülkenin devletlerinin uzun on yıllardır çözümsüz bırakarak despotik baskı altında kördüğüm hale soktukları sorunları birbirine benzediği için etkileşim çok doğrudan yaşanıyor. Evet, Türkiye’de kapitalizmin gelişme derecesi çok daha gelişkin olduğu için sorunlar farklı biçimlerde ve yoğunlukta yaşanıyor, yine de iç içe geçtikçe benzerlikler açığa çıkıyor.
Nasıl?
Mezhepçi HTŞ iktidarı Alevilere yönelik cinayetlere sıçrayan baskılarını arttırdıkça, Türkiye’deki/“buradaki” Aleviler “orası” ile dayanışma yönelimine giriyor. “Buradaki mezhepçilerden” hemen tepki geliyor ve devlet tarafından beslenen provokatörlerin ürettiği “Siyasal Alevilik” suçlamasıyla zaten baskı altında olan Türkiyeli Aleviler şeytanlaştırılmaya çalışılıyor.
Suriyelilerin alıştığı seküler toplumsal yaşam dinbaz çeteler tarafından tasfiye edilmeye çalışılıyor; gelişmeler Türkiye’deki benzer dinbaz güçler tarafından baskılanan laik-seküler toplumsal alanda gerginlik yaratıyor; dinbazlar ise aynı gelişmelere bakarak seviniyor hatta olup bitenleri örnek görüp “burada” da “neden olmasın” hayalleri kurup, hazırlık yapıyor!
“Orada” olup bitenlerde zaten “parmağı” olan iktidar güçleri “burada” da görev başında! Kışkırtıyor, örgütlüyor, yaşanan gerginlikleri sürdürdükleri faşist kurumsallaşma sürecinin hizmetine alıyor.
İktidar, oluşan puslu havayı halkın bilincini bulandırma fırsatı olarak görüyor, “oradaki” katliamlarla “buradaki” muhaliflerine gözdağı verirken, “oradaki” cinayetlerle bilinçlerini beslediği kendi destekçilerini faşist bir yığına dönüştürüyor.
Suriye’de Kürt bölgelerine yönelik siyasi yönelimler ve askeri saldırılar ara vermeksizin sürüyor; “orası” ile “burası” arasında en yoğun etkileşim bu alanda yaşanıyor. Patlarsa beklenmeyen sonuçlar üretecek bir gerilim birikiyor.
Kimse şaşırmasın, hem Hatimoğulları “Gazze’ye benzeme” olasılığına dikkati çekerken hem de Önder “şimdi çözülmezse sonra 72 milletin işe karışabileceği” olasılığından bahsederken haklılar.
Öyle ucuz demogojilerle söylenenleri söyleyenin kast ettiğinin tam tersine çevirip şeytanlaştırma ayinleri düzenleyenlere soralım: Madem böyle riskler yok, o zaman düne kadar DEM Parti’yi şeytanlaştırıp Öcalan’a hakaretler sıralayan Bahçeli’nin şimdiki telaşı neden?
En ucuzundan küçük tüccar bilinciyle “Oh, Suriye’yi cebimize attık, sırada neresi var” diye hoplayıp zıplayanlar, olaylar tarafından eğitilirler mi bilemeyiz, ama Bahçeli’nin tam da Hatimoğulları ve Önder gibi düşündüğü için manevra yaptığı açıktır.
Suriye “şenlik yeri” değil, mayınlı arazi!ç
Süreç nereye doğru gidiyor?
Sorunun cevabı sürecin içindeki öznelerin ve özel hedeflerinin görülmesiyle anlaşılabilir.
Farklı özneler, farklı hedefler, farklı güçler, hareketli ve değişken ittifaklar aynı sürecin içinde hareket ediyorlar. Sürecin yapısı ve gerçekleşmesi bir dizi öznenin hareketlerinin-hamlelerinin içinden çıkıp gelecek.
Dolayısıyla, önceden belli bir gidiş ve hedef yok, daha doğrusu farklı yönlerdeki çok farklı yüklemelerle hareket edilen bir sürecin içindeyiz. Hepsinin bileşkesi süreci doğurdu, yapısını ve pratik akışını da belirliyor, belirleyecek.
İsrail’in Gazze soykırımı ve Lübnan saldırılarıyla yarattığı deprem Esad yönetimini boşluğa sürükleyince hamle yapan Batı, HTŞ’nin önünü açıp arkasından iterek Şam’a yerleşmesini sağladı. Son hamle ani olsa da öncesinde istihbarat servisleri aracılığıyla askeri ve politik hazırlık yapan, özellikle de Colani ile ilişkilenen Batı, öyle görülüyor ki Orta Doğu’da yeni bir düzen kurma hamlesinin iç ögesi olarak kavrarsak gerçek anlamını bulacak bir Suriye operasyonu düzenleyip, başardı.
Sürecin yerel vurucu gücü İsrail’in gücü tek başına bölge çapında bir yeni düzen kurmaya yetmeyeceği için Türkiye “yedek güç” alınmıştır. Batı’nın doğrudan uzantısı olarak bölgede savaşan İsrail’le birlikte iş görecektir. İki gücün kendi özel yapıları gereği “uyumlu bir çift” olamayacakları açıktır.
Dipteki zeminde ABD-AB var, hemen önlerindeki “vurucu güç” İsrail’dir. Yerelde farklı devletler farklı konumlarla işin içindeler. Katar-Türkiye ekseniyle Mısır-BAE ekseni farklılaşırken, Suudi Arabistan inisiyatif almaya çalışıyor. Bölgedeki 4 ülkeye yayılmış Kürtler de askeri ve politik güçleriyle devrededir.
Sürecin öznelerinin şimdi medyaya söyledikleri “siyaset gereği” maksimalist isteklerdir.
Eh, herkesin gönlünde ne “arslanlar” yatar, ama sürecin yapısı ve içindeki özneler olduğu gibi görülürse, kimsenin kendi özel hedefine ulaşamayacağı, sürecin “ara-melez” konaklarda dinlenerek akacağını, nereye evrileceğinin de bugünden kestirilemeyeceğini, sürecin akışında yaşanacaklar tarafından belirleneceğini saptayabiliriz.
İlkin, sürecin özneleri arasındaki güç ilişkileri önemlidir; gücü fazla olanın borusu daha fazla ötecektir. Ama sadece sadece çıplak-maddi güç ilişkileri değil, ikinci olarak, gücünü gerçekliğe uygun zemine yerleştirme, savaş ve direnme gücü, ittifaklar kurma yeteneği, taktik zenginliği gibi ögeler de devrede olacaktır.
Üçüncüsü, bölge halklarının öz çıkarlarını savunan anti-emperyalist güçlerin aralarındaki etnik ve inanç farklılıklarını bölgenin zenginliği olarak görüp ortaklaşarak bölgesel bir demokratik federasyonun inşasına yönelmeleri ve yönelimlerini de uygun hamlelerle ilerletebilmeleri sürecin Batı’nın kontrolünden çıkmasını sağlayabilir.
İçinde olduğum üçüncü olasılıktan bakınca, “Sarp bir dağa” çıkılacak, çıkılıyor zaten. Tırmanma sürecinde, “zikzak yapmamak, ara sıra gerilememek, başka yönü denemek üzere önceden saptanmış doğrultudan ayrılmamak” saplantısı “gülünçtür”, Lenin’e göre!
Faşizm yol alıyor
O arada ülkede faşizm yol alıyor: Belediyelere çökme, barolara çökme, sinema-dizi sektörüne çökme, yükselen enflasyonla her ay biraz daha düşen asgari ücretle işçilere çökme, ihalelere çökme, sınavlara çökme, yasalara çökme, seçim sonuçlarına çökme, kadınlara çökme, sürecin yaratacağı anafordan faydalanarak anayasanın açık hükmüne rağmen yeniden adaylığı emrivakiyle dayatıp ülkeye kalıcı olarak çökme…vd. hedefleniyor.
Ve bütün “çökme” suçlarının üstünü örttükleri bir yalan imparatorluğu kurarak ülkeyi güle oynaya uçuruma sürüklüyorlar.
İlk adımlar
Sürecin “görünen” ilk adımını (Atasagun’un temsil ettiği güç alanının gölgesi) Bahçeli atmıştı, ikincisi Öcalan’dan bekleniyor.
Öcalan, belli ki Suriye’de yaşanan ani değişikliği Kürt halkının kazanımlarının bir ara toplamını güvenceye alma, Türkiye’de (faşist kurumsallaşmaya rağmen hatta ona dayatılacak) fiili bir demokratik gelişmeye alan açma ve bölgede yaşanan dönüşümde inisiyatif alma fırsatı olarak değerlendirmek istiyor.
Öcalan’ın ilk adımı muhtemelen ülkede silah bırakma (ve belki de ülkede silahlı mücadeleye son verme) Rojava’nın (muhtemelen Arap bölgesinden Kürt coğrafyasına doğru kısmen çekilerek) Suriye’nin yeniden bütünleşmesinde rol oynaması, ama ayrı duruşunu koruması biçiminde atılacaktır. Rojava’nın ayrı duruşunun niteliği, coğrafyasının büyüklüğü ve petrol bölgesinin gelirleri pazarlık konusu olacaktır.
Bu sadece bir ara konaktır; zaman aktıkça taraflar kendi hedeflerine doğru ileri ya da geri adım atacaklardır. Zaman çok zengin olasılıklara gebedir. Rojava’nın süreci federatif bir demokratik Suriye’ye doğru zorlayacağı, Türkiye’nin de bir biçimde var olacak Rojava’nın ayrı duruşunu tümüyle tasfiye etmeye çalışacağı açıktır.
Herhangi bir bilgim olmadığı halde bunları yazarak risk aldığımın farkındayım, ama var olan siyasal-toplumsal gerçekliğin içinden belirlenerek geçilince Öcalan’ın olası en muhtemel İLK açıklaması böyle olabilir diye düşünüyorum.
Bu açıklamada Kandil’in durumuyla ilgili bir öneri olmayacaktır.
Ülkede silah bırakma sonrasında şayet koşullar oluşursa kademeli olarak çok sayıda gerillanın açık-meşru politika yapma imkanıyla Türkiye’ye dönmesi olasılık içindedir. Türkiye tarafından yapılacak İskandinavya’ya gitme gibi “ucuz” tekliflerin “çirkin teklif” olarak görülüp red edileceğini düşünüyorum. Kandil, sürecin sabit elemanlarından birisi olarak kalacaktır, yapacak çok işi vardır.
Bir dönem ülkeyi yöneten Genelkurmay odaklı güç alanı ise, CHP’nin içinde konumlanıp, partiyi sürecin dışındaki bir boşluğa doğru sürüklüyorlar. İlk anda “el yükseltiyorum, eşit yurttaşlık!” hamlesini yaparak bir anda inisiyatifi alan Özer’in kulağı çekildi ki “ Gözüm şehit ailelerinin gözlerinde!” diyerek siyasal alandan duygular alanına kaçmış durumda.
Nasıl yani, kan davası mı güdülecek? Şehit ailelerinin gayet anlaşılır tepkilerini ülkenin ihtiyaçlarını anlatarak gidermek hiç mi aklınıza gelmiyor? Misliyle yaşanacak yeni şehitliklerin önünü açmaya çalıştığınızın farkında mısınız bay Özel?
Tekrar edelim, sürecin arkasındaki ana güç İtalya’da (Türkiye’yi çağırmadan) toplanarak kararlar alan ABD-AB-İngiltere’dir. İsrail, diğer Arap devletleri, Türkiye ve elbette Rusya-İran ekseni hareket halinde olarak inisiyatif almaya çalışıyorlar. “Ya HTŞ mi” dediniz, geçiniz.
Hareket çok farklı özel hedeflere doğru zorlanacak, oluşacak bileşke/bileşkeler üzerinden devam edecek, ileri geri adımlarla sürüp gidecek..
HTŞ yönetemez
Suriye’de olup bitenler öyle gösteriyor ki, HTŞ sadece bir dönem ayakta kalıp sonra sırasını arkasından muhtemelen şimdiden hazırlanan yeni bir yönetime devredecek.
Mezhepçi ve tekfirci bilinç ve kadroya dayanan HTŞ, Suriye’nin zengin etnik ve inanç dokusunu parçalamak ve nüfusun sadece %60’nı temsil eden Sünni Araplara dayanan bir devlet kurmak istiyor. Hemen belirtelim, önceki dönemin bir kalıcı sonucu olarak bu Sünni nüfusun epey bir kısmı da laik-seküler bir tutum içindeler, dolayısıyla onlar da düşman olarak görülüyor!
Türkiye’nin olası yeni devletin böylesi bir Sünni Arap kimliğiyle kurulmasında belirleyici olduğu görülüyor. Hakan Fidan bu yöndeki iradeyi açıkça belirtti.
O durumda, Dürziler, Hristiyanlar, Aleviler, laik Sünniler ve az sayıda da olsalar Ermeniler ve Süryaniler Suriye dışındaki güçlerden “korunma” talebinde bulunacaktır. Sokaklarda gövde gösterisi yapan tekfirci çeteler eğer bu tarzda devam ederlerse, olası “İmdat, yardım!” çağrılarını öne çekmiş olacaklardır.
Olası “koruyucu” adayları AB ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve BAE’dir ve elbette onlar da bu çağrıları Suriye’nin ve Orta Doğu’nun yeniden düzenlenmesinde kendi inisiyatiflerini güçlendirme fırsatı olarak görerek davranacaklardır.
Ayrıca, Aleviler ve laik Sünnilerin Kürtlerle ittifak yaparak ülke çapında yeni bir özel güç alanı yaratma olasılığı da söz konusudur. Demokratik ve federatif bir Suriye’ye giden yol bu ya da benzeri ittifaklardan çıkıp gelebilir.