DEM Parti İmralı Heyeti üyesi Mithat Sancar ile sürecin geldiği aşamayı ve gereklilikleri anlattı:
Güven nasıl sağlanır? Bunun iki temel anahtarı var: Hukuksal güvenceler ve demokratik mekanizmalar. Hukuksal güvenceler oluşturuldukça, demokratik mekanizmalar işletildikçe sürece olan güven artar; güven arttıkça destek de güçlenir. Bu konuda sorumluluğun iktidarda olduğu açıktır
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla başlayan “Barış ve Demokratik Toplum Süreci”, Meclis’in açılış tarihinin yaklaşması ve İmralı’ya ziyaret tartışmalarıyla yeni bir döneme girdi. Komisyon, farklı toplumsal kesimlerle yaptığı görüşmelerin sonuna gelirken, İmralı’ya gidip gitmeyeceği, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sürece doğrudan katılımının nasıl sağlanacağı ve Komisyon’dan çıkması beklenen “entegrasyon yasası” tartışma konusu.
İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile yaptığı yüz yüze görüşmelere, Meclis’te kurulan Komisyon’a ve iktidarın atması gereken somut adımlara ilişkin değerlendirmelerde bulunan Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İmralı Heyeti üyesi Mithat Sancar, çözüm süreci için gerekli düzenlemelerin en yakın zamanda yapılmasının önemine dikkat çekerek Öcalan’ın çalışma koşullarının iyileştirilmesi gerektiğini belirtti. Yeni Özgür Politika gazetesinin sorularını yanıtlayan Mithat Sancar, sürece dair gelişmeleri değerlendirdi.
- Yaklaşık bir yıl önce başlayan süreç, bugün hangi aşamada?
Bu sürecin, dünyadaki diğer çözüm ve barış süreçlerinden farklı bir yapısı var. Diğer örneklerde genellikle silah bırakma son aşama olarak ele alınırken, burada denklem bir bakıma tersine çevrildi ve silah bırakma meselesi en başa çekildi. Sürecin önemli gelişmelerinin odağında da esas olarak bu konu yer aldı.
27 Şubat tarihli “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, 5–7 Mayıs’taki PKK Kongresi, 11 Temmuz’daki silah yakma merasimi de bu çerçevede değerlendirildi. Bu adımların hepsi tarihi nitelik taşısa da silah bırakma meselesinin bunlarla iç içe geçmiş başka bir boyutu daha var: Sorunu “çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekmek.”
Meclis’te kurulan Komisyon, siyasi zemin açısından önemli bir gelişme, fakat hukuki zemin açısından henüz bir adım atıldığı söylenemez. Komisyon’un şimdiye kadar gerçekleştirdiği 12 toplantıda genellikle dinlemeler yapıldı, ancak hukuki zemin konusunda bir çalışma yürütülmedi. Farklı kesimlerin görüş ve önerilerinin dinlenmesini değerli buluyoruz, fakat hukuki zeminle ilgili çalışmalar da eş zamanlı olarak yürütülebilirdi. Örneğin bunun için bir alt Komisyon kurulabilirdi.
Kısacası, süreçte artık yeni bir aşamaya gelindiğini görmek, bunu kabul etmek ve buna uygun hareket etmek gerekiyor. Bu aşamanın özü ise, siyasal zemini genişletip güçlendirmek ve hukuki zemini oluşturmak.
- Süreçte taraflar nasıl bir pozisyonda? Taraflar açısından beklentiler, atılan veya atılmayan adımlar nasıl değerlendirilmeli?
Bu tür süreçlerde tarafların amaçları, hedefleri, beklentileri, kaygıları ve değerlendirmeleri farklı olabilir. Bu, anlaşılır bir durumdur. Taraflardan biri daha hızlı ve kapsamlı adımlar atılmasını isterken, diğeri kendince daha temkinli ve yavaş hareket edebilir. Ayrıca sürecin doğasının getirdiği bazı gereklilikler de var.
Sürecin ilerleyebilmesi ve çözüm yönünde sonuçlar üretebilmesi için yapılması gerekenler bellidir. Bu gereklilikleri göz ardı etmek; sorumluluğu ya da yükümlülüğü sürekli karşı tarafa havale etmek ve atılacak adımları karşı tarafın hamlesine bağlı kılmak, süreci zora sokabilir. İktidar tarafından yapılan açıklamalarda zaman zaman böyle bir eğilim görülüyor. Hukuki ve siyasi zemini geliştirme, bu alanlarda somut sonuçlar ortaya çıkarma yönünde tutum sergilemekten kaçınılıyor. Bu, mutlaka aşılması gereken bir durumdur.
Çok tarihi sonuçlar ve etkiler doğurabilecek bir süreçten söz ediyoruz. Farklı yaklaşımların ya da kaygıların süreci kilitlemesini önleyecek yöntemler geliştirilmeli. Bugün kolayca çözülebilecek ve siyasi maliyeti düşük olan meseleler ertelendikçe birikiyor, zamanla ciddi sorunlara ve hatta krizlere dönüşebiliyor. Bu nedenle sürece odaklanan, ciddi ve yapıcı bir tutum büyük önem taşıyor.
- Atılan bu adımlar dikkate alındığında, sürecin ne gibi eksikleri var ve nasıl bir çerçeveye oturtulmalı?
Ben, bütünlüklü bir barış hukuku programının oluşturulması ve yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir programın çeşitli unsurları var. Bunlar aşama olarak değil, birbirini tamamlayan unsurlar ya da boyutlar olarak görülmeli. Elbette hepsinin aynı anda gerçekleşmesi her zaman mümkün olmayabilir, fakat aralarında bağlantı sağlanmalıdır.
Bu bütünlüklü barış hukuku programına “büyük barış projesi” de diyebiliriz. Çatışmayı sonlandırmak, yani negatif barışı sağlamak elbette bu programın en önemli boyutudur. Ancak çatışmayı sonlandırmak sadece silahların susmasından ibaret değildir; bu durum yalnızca bir ateşkes ya da çatışmasızlık hali olarak değerlendirilmemelidir. Çatışmanın bitirilmesi, “entegrasyon” başlığı altında ele alınan çeşitli düzenlemeleri gerektirir. Silah bırakma süreci, silah bırakanların hukuksal, siyasal ve toplumsal durumuna ilişkin düzenlemeleri de içermelidir. Örgütün kendini feshetmesinin de sonuçları olmalıdır. Örgütün farklı kademelerinde yer almış, faaliyet yürütmüş kişilerin, cezaevindekilerin ve sürgündekilerin durumuna dair yasal düzenlemeler gerekiyor. Silahsızlanmaya ilişkin yöntemler ve düzenlemeler, bir bütün olarak, titizlikle ve ciddiyetle ele alınmalıdır. Burada özellikle “şiddet–siyaset” diyalektiğinin gözetilmesi gerekir. Şiddetin yerini siyasetin alabilmesi için buna uygun düzenlemeler yapmak şart.
Barış hukuku programının bir diğer boyutu ise, çatışmayı yaratan sorunu çözmeye yönelik kanalları açmak ve temelleri oluşturmaktır. Bu çatışma kendiliğinden ortaya çıkmadı; bir sorunun sonucudur. Temeldeki sorun açıktır; Kürt sorunu. Dolayısıyla barış hukukunun gereği olarak Kürt sorununun çözümü için siyasal ve hukuksal adımlar atılmalıdır.
Bir diğer boyut ise, atılan adımları kalıcı hale getirecek genel bir demokratikleşme programıdır. Barış ve demokrasi birbirinin hem gereği hem de güvencesidir. Barış ancak demokratik bir toplumsal ve siyasal düzen içinde anlam ve süreklilik kazanabilir. 27 Şubat çağrısının “Barış ve Demokratik Toplum” başlığını taşımasının nedeni de budur.
Şu anda barış hukukunun ilk aşamasında henüz küçük adımlarla ilerlenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Artık hızlanmak gerekiyor. Hızlanırken de barış hukukunun bütünlüklü bir yapı olduğunu unutmadan yol almak şarttır.
- Yeni dönemde sürece dair bizi ne bekliyor? Kamuoyuna yansımayan olumlu ya da olumsuz hangi gelişmeler yaşanıyor?
Ortadoğu’da özellikle 7 Ekim 2023’ten sonra yaşanan önemli gelişmeleri ve dünyadaki genel durumu dikkate aldığımızda, bu süreçten vazgeçmenin ciddi riskler ve tehlikeler barındırdığını söyleyebiliriz. Zaten “süreç neden başladı” sorusuna verilen yanıtlarda da genellikle bu olgulara güçlü atıflar yapılır.
Büyük yaralar ve derin acılar yaratmış 40 yıllık bir çatışmayı ve yüz yıllık bir sorunu çözme imkanı bugün önümüzde duruyor. Böyle tarihsel bir fırsat varken bundan vazgeçmek ya da süreci heba edecek bir tercihe yönelmek, tarihsel açıdan da çok ağır bir sorumluluk ve vebal doğurur.
Bu tür süreçlerin kolay olmadığı hep vurgulanır, gerçekten de öyledir. Bazen hızlanır, bazen yavaşlar, durma noktasına gelebilir. İnişler, çıkışlar ve savrulmalar yaşanabilir. Ancak benim gördüğüm, Sayın Öcalan’ın süreç konusundaki iradesi tam ve sağlam; süreci ilerletip sonuca ulaştırma konusunda yoğun bir çalışma yürütüyor. Sayın Bahçeli de başından beri süreci güçlü biçimde savunuyor. Sayın Erdoğan’ın açıklamaları da sürece sahip çıktığı yönünde. Öte yandan CHP de desteğini sürdürüyor. Bütün bunlar çok önemli, ancak sürecin ilerleyebilmesi için yapılması gerekenler var. Bunları sürecin doğasının gereği olarak görmek ve hayata geçirmek gerekiyor. Bu çerçevede, süreci ilerletecek adımlar konusunda daha açık ve etkili bir tutuma ihtiyaç var. Aynı şekilde, süreci zedeleyebilecek ya da ciddi krizlere yol açabilecek yaklaşımlardan ve politikalardan da kaçınmak şart.
- Süreci zedeleyebilecek adımlardan kastınız, Rojava’ya yönelik saldırılar, CHP’ye yönelik operasyonlar ve belediyelere kayyum uygulamaları mı?
Bu konular çok önemli. Ben bunların da içinde yer aldığı daha genel bir bağlama dikkat çekmek istiyorum. Birçok alanda büyük dönüşüm potansiyeli taşıyan böyle bir süreci güçlü bir toplumsal destek olmadan yürütmek imkansız. Anketlere baktığımızda sürece destek görece yüksek görünüyor; fakat güven, destekle aynı seviyede değil. Desteğin devam etmesi ve artması, güvenin de yükselmesiyle mümkün olabilir. Peki güven nasıl sağlanır? Bunun iki temel anahtarı var: Hukuksal güvenceler ve demokratik mekanizmalar. Hukuksal güvenceler oluşturuldukça, demokratik mekanizmalar işletildikçe sürece olan güven artar; güven arttıkça destek de güçlenir. Bu konuda sorumluluğun iktidarda olduğu açıktır.
CHP’ye yönelik operasyonlar ve genel olarak siyasal alanı kuşatmaya yönelik politikalar, hem demokratik mekanizmaları tahrip ediyor hem de hukuk devletinin temellerini sarsıyor. Aynı durum kayyum uygulamaları, yargı pratiklerindeki ve infaz rejimindeki keyfilikler ile AİHM kararlarının uygulanmaması gibi örnekler için de geçerli. Bu tür adımlar sürdükçe güvensizlik artar.
Suriye’deki gelişmeler de sürecin seyri açısından önemlidir. Rojava’ya yönelik olası bir askeri operasyonun ya da Suriye içinde yaşanacak sıcak bir çatışmanın, hem süreç hem de tüm bölge açısından olumsuz etkileri olacağını öngörmek zor değil. Çözüme ancak diyalog ve müzakereyle, halkların eşit ve özgür biçimde bir arada yaşamasıyla ulaşılabilir. Bunun dışındaki yollar, sorunları karmaşıklaştırır, acıları ve yıkımları derinleştirir. Bu nedenle barışı yalnızca Türkiye’deki Kürt sorunuyla sınırlı düşünmemek, bölgesel düzlemde ele almak gerekir. Büyük barış ancak böyle kurulabilir.
- Rojava konusunda Abdullah Öcalan, “Kırmızı çizgimdir” demişti. Bu konuda yeni bir değerlendirmesi oldu mu?
Sayın Öcalan’ın Rojava konusunda özellikle vurguladığı nokta, bu meselenin ayrı bir yerde durduğudur. Orada farklı dinamikler, faktörler ve aktörler bulunduğuna dikkat çekiyor, ancak temel yaklaşımının demokratik entegrasyona dayalı bir çözüm olduğunu da belirtiyor. Suriye’de yaşayan bütün halkların ve inançların eşitliği, özgürlüğü, güvenliği ve ortaklığı önemli unsurlar olarak öne çıkıyor. Bunun dışında, Rojava ve Suriye meselesini daha çok devlet yetkilileriyle derinlemesine tartıştığını söyleyebiliriz.
- Komisyon’un İmralı’ya gidip gitmeyeceği gündemi kamuoyunda tartışılıyor. Sizin bu konudaki değerlendirmeleriniz neler?
Sayın Öcalan, bunu sürecin doğasının bir gereği olarak görüyor. Burada “rica” ya da “minnet” anlamına gelecek bir tutumu olmadığını özellikle vurguluyor. Bu kadar önemli bir süreç yürütülüyorken ve Öcalan’ın bu süreçteki belirleyici konumu açıkça ortadayken, böyle bir tartışma son derece sığ ve kısır kalıyor.
Kendisi bu sürecin baş aktörlerinden biridir. Biraz sağduyulu bakan herkes bunu kolayca görebilir; kaldı ki diğer aktörler de bunu kabul ediyor. Süreci bugüne kadar getirme konusunda tek taraflı inisiyatif almış, tarihi adımlar atmış ve yollar açmıştır. Bundan sonraki aşamaların yürütülmesinde de bu rol ve konumu devam edeceğine göre, süreç için kurulmuş bir Komisyon’un kendisiyle görüşme yapması; yaklaşımını ve değerlendirmelerini doğrudan dinlemesi hem gerekli hem de doğal ve normal olandır. Öte yandan, Sayın Öcalan’ın yaşam, çalışma ve iletişim koşullarının süreci yürütebilecek nitelikte olması da bu çerçevede ele alınmalıdır.
- DEM Parti İmralı Heyeti’nin İmralı’ya gitme sıklığı ya da izinlerin verilip verilmediği de başka bir tartışma konusu. Bu konuda neler söylersiniz? Yakın zamanda İmralı’ya bir ziyaret planınız var mı?
Heyet olarak İmralı’ya gitmemiz konusunda herhangi bir sorun, sıkıntı ya da engelleme yok. Ziyaretlerimiz esas olarak bir planlama meselesi. Ben heyete katıldıktan sonra üç kez gittik. İlk ziyaretimiz 6 Temmuz’da, ikincisi 26 Temmuz’daydı; son ziyaretimizi ise 28 Ağustos’ta gerçekleştirdik. Yakın zamanda yeniden gitmeyi planlıyoruz.
- İmralı Heyeti olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’la sürece dair yeniden bir görüşme planınız var mı?
Gelişmelere ve ihtiyaçlara göre çeşitli düzeylerde ve farklı zeminlerde görüşmeler yapıyoruz. Cumhurbaşkanı ile bir görüşme şu an için gündemde değil.
- Son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mı?
“Barış ve Demokratik Toplum Süreci”nin hem Türkiye’de hem de bölgede önümüzdeki on yılları belirleyecek önem ve potansiyel taşıdığının herkes tarafından aynı derecede idrak edildiğini söylemek zor. Öncelikle bu bilinci yaygınlaştırmak gerekiyor. Bu sorumluluk yalnızca sürecin aktörlerine bırakılmamalı. Köklü bir sorunu ve sarsıcı bir çatışmayı çözme imkanı ufukta belirdiği anda, bunu büyük barışa ulaştırma konusunda tüm toplumsal güçlere ve siyasal öznelere önemli görevler düşüyor.
Bunun anlamı, müzakereyi toplumsal zemine çekmek ve kapsamlı, kapsayıcı bir toplumsal müzakere yürütmektir. Sahici bir etkileşim ancak özgür, demokratik ve güvenli bir konuşma, tartışma ve siyaset yapma ortamında gerçekleşebilir. Bu anlayışı ortak mücadelenin temel hedeflerinden biri haline getirmek, barış talebi ile demokrasi özlemi arasındaki ilişkinin bir gerilim değil, bütünlük olduğu bilincini pekiştirir. Büyük barışı tabandan gelen, her alanda çok yönlü emek ve mücadeleyle inşa edeceğiz.
Kaynak: Yeni Özgür Politika