Bu yazıyı size bir gazeteci olarak değil, abisi açlık grevinde olan biri olarak yazıyorum. İnsan yazabilir mi açlık grevinde olan abisini? Şimdiye kadar hep başkalarının yaşam hikayesini, insanları dinledim; sıkıntılarına, yaşadıkları ihlallere kalemimle çözüm olmaya çalıştım. Nerede bir yaşam hakkı ihlali varsa naçizane yazılarım ya da haberlerimle orada bulundum.
Kürt basınında çalışan bir gazeteci olarak hepimizin aslında ayrı bir hikayesi var. Her birimizin yaşadığı topraklarda tanık olduğu küçük bir kıvılcım itmiştir bizi Kürt basınında çalışmaya. Kürtlerin maruz kaldığı ihlalleri ve bu ihlallere karşı verdiği direnişi göstermek boynumuzun borcu olarak görmüşüzdür.
Benim de Kürt basını ile tanışmam şu an 78 gündür açlık grevinde olan abim Çetin’in teşvikiyle oldu. Ana akım medyada sansürlenen bir basın çalışanı olan benim hikayem de işte böyle bir kıvılcımla başladı. O kıvılcım tutuştu, ateş oldu bir gün onun hikayesini yazacağını bilmeyerek…
Çetin ve ben 2007 yılında birlikte kazandık üniversiteyi. O Malatya’ya, ben ise İstanbul’a gittim. Gittiğimiz yerin nasıl olduğunu, tanıştığımız arkadaşları birbirimize anlatır, sürekli yazışırdık. Ben, yeni ortamıma adapte olmaya çalışırken, o öğrenim gördüğü Malatya’daki İnönü Üniversitesi’nden pek memnun değildi. Irkçı grupların, daima Kürt öğrencilere saldırdığını anlatırdı bana. O zamana kadar Kürt olduğu için baskılara maruz kaldığını anlayamayan Çetin’e, Malatya’da zorla Kürt kimliğini gözüne gözüne soktular. Böylece, 5 ay sonra buluştuğumuz Diyarbakır’da, abimi tanıyamadım. Mücadele etmekten, Kürtlerin haklarından bahsetmeye, anadilinde şarkılar dinlemeye başlamıştı. Kabuğunu kırıp dışarıya çıkan Çetin, bize de o kabuğu kırdırıp Kürt olduğumuzu fark ettirdi.
Çetin, üniversitede okurken 2010’da tutuklandı. Her duruşmada onun tahliye edilmesini beklerken 3 yıl sonra 22 yıl ceza aldı. Onun tek suçu, yıllarca ona giydirilen yamalı gömleği yırtıp yerine yepyeni bir gömleği giymeyi tercih etmesiydi.
Üniversitede kazandığı politik kimliğini cezaevinde pekiştiren Çetin, 9 yıldır bizden ayrı. 25 yaşında girdiği cezaevinde, şu an 34 yaşında. Sırasıyla; Diyarbakır D Tipi ve Gümüşhane E Tipi cezaevlerinde kaldı. Şimdiyse, Elazığ 2 Nolu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde. Malatya’da tanıştığı mücadelesini, 80 kilometre uzaklıktaki demir parmaklıklar ardında küçücük bir odada bedenini açlığa yatırarak sürdürüyor. 72 kilodan 63 kiloya düşse de uzun boyu, incecik bedenine meydan okuyor. Konuşuyor, espri yapıyor.
En son açık görüşüne gittiğimde, “zayıflamışsın” diyorum; ama o yine her zamanki esprisiyle, “Zaten zayıflamazsam anormal” diye cevap veriyor ve eylemlerinin başarıyla sonuçlanacağının inancıyla, “Siz bizi merak etmeyin, moralimiz çok iyi” diyor.
Onun bize verdiği moralle cezaevinden ayrılırken, yazar Mehmed Uzun’un, “Gözyaşları, ölümsüz hasretin tek tanığı” sözü aklıma geliyor. O an anneme bakıyorum. Hasretini gözyaşlarını dökerek dindiren annem, oğlunu görünce içine akıtıyor.
* Konuk Yazar