Geçtiğimiz hafta, bir yandan Suriye cenahında karmakarışık şeyler olurken, bir yandan da üst üste gelen intihar haberleriyle karşılaştık. Gerçi son yılların verilerine baktığımızda intihar eğilimlerinin arttığı görülüyor zaten ama Fatih ve Antalya’dakiler daha sarsıcı etkiler yarattı.
Yok, bilmediğim alanlara burnumu sokacak değilim elbette. Bilim insanları bu tür vakalar üzerine yeterince konuşuyorlar, hepsine saygı duyuyorum ama özellikle çok kaba ‘ekonomist’ yorumlar konusunda kaygılıyım. Yani işsizlik-yoksulluk sarmalının temelde bir yerde durduğu kesin olmakla birlikte, arada doğrudan bir ilişki olduğu fikrinde değilim. Örneğin bir ülkenin sokaklarında her gün yüzbinlerce insanın yürüdüğü, meydanların sloganlar ve bayraklarla dolup taştığı bir ortamda, aynı oranda işsizlik, hatta daha fazlası, yoksullarda yaşamına son verme eğilimini değil, bu durumu değiştirme arzusunu da kuvvetlendirebilir. Yani sorun, belki de yoksulluktan çok, yalnızlık duygusunda ve çaresizlikte aranabilir gibi sanki. Bir ucu reel sosyalizmin çöktüğü 90’lara kadar gider bu işin. Beğensek de beğenmesek de ‘başka türlü’ bir şeyin var olduğu süreçten, ‘tek seçenekli’ bir vahşete geçiş, ağır bir travmaydı. İnsan, belki de tarih boyunca hiç bu kadar zayıflamadı hiç bu kadar yalnızlıkla sınanmadı. Üstelik bütün bunlar, muazzam bir iletişim teknolojisi patlamasıyla eş zamanlı yaşandı. İletişim araçlarının gelişmesiyle korkunç bir iletişimsizliğin aynı süreçte yaşanması açıklanması zor bir durumdu gerçekten.
Geçtim onu. O bir gerçeklik, tamam. Peki, biz ne durumdayız şimdi? Tuhaf gelmiyor mu size gerçekten? Sözünü ettiğim vakalardan sonra gazeteci olarak telefonu açıp ülkenin en büyük sendikalarından, partilerinden görüş almak istiyorsunuz ve karşılaştığınız şey bir hayal kırıklığı oluyor. “İntiharların sorumlusu AKP iktidarıdır” diyoruz mesela. Ya da “İktidar bu politikalardan vazgeçmelidir” diyoruz. “İşçi arkadaş, örgütlen” diyoruz, daha alçak gönüllü olanlarımız “Örgütlenelim” diye sesleniyor. “Bu demokrasi güçlerinin ortak sorumluluğudur” diye topu daha da uzağa atanlarımız da var.
Nasıl olacak peki? Bu muazzam kalabalığın korkunç yalnızlığına nasıl edip de müdahale edebileceğiz?
Tamam, anlıyorum Silivri var ve soğuk. Tamam, hakikaten hık diyeni alıyorlar, biliyorum. İnsanlar ürküyor, farkındayım. Oturduğum yerden kimseye saygısızlık etmek istemiyorum. Ayşe’nin (Düzkan) geçen haftaki “sınıftan kaçmanın yolları” yazısına kızanlar olmuştur belki, onları da anlarım; paneller, çalıştaylar da mevcudu konsolide etmenin bir yoludur belki tamam ama bütün bunlar bu yalnızlık ve çaresizliğin ilacı olmuyor ki! Biz dört cenaze çıkan o evin içinde, kapısında, yanında, sokağında değiliz ki!
Ömrüm boyunca örgütlülükten yana oldum. Hâlâ da tarihi birlikte ve bir program çerçevesinde davranan güçlerin yapacağına inanırım. Sendikaların, partilerin, gençlik ve kadın örgütlerinin ekstra bir enerji yarattığına, yaratması gerektiğine inanırım. Düzenli kıtalar gibi değil ama. Hareket öyle yürümez çünkü. Kartvizitini göstererek öne geçemezsin, yürürsün, doğru şeyler yaparsın, insanlar sana güvenirler, budur. Öte yandan çeşitli ülkelerde mevcut partileri ve sendikaları aşıp geçen yeni hareketlerin nasıl sorunlar yaşadığını da biliyoruz. Ayrı tartışmalar bunlar.
Bir gün bu topraklarda beklenmedik şeyler olabilir mi peki? Bilmiyorum. Ama oldu geçmişte ve bazı ülkelerde de oluyor şu anda. Yarını kestirmek zor; insanlar belli bir noktada ‘yetti lan artık’ diyebiliyorlar yani.
Sorun şu ama: Bugün neysen yarın osundur, o kadarsındır. Yani yarın bir şeyler kaynadığında, sokaklarda can havliyle koşuşturan o çocuklara “Gençler gelin bakalım, şöyle bir şey yapalım” filan diyemezsiniz. Deseniz de hükmü olmaz. Sokak arasında on saniyede karar alıp uygulayan insanlara çemkirme hakkınız hiç olmaz. Gördük bunları biz o parkta. Abiler ablalar, anlı şanlı parti ve kurumlar, forumlarda herkesle eşitlendiler. Öyledir çünkü hayat, o sabah aklımıza gelmişse hareket etmek, zaten hareket halinde olanlardan daha fazla bir söz hakkınız olmaz ki.
Bu iyi midir? İyidir demiyorum. Ama gerçektir ve gerçek insanın alnına çarpar. Mezar içine konulan tahtalar gibi, nerede olduğumuzu bize hatırlatır. Yanımızdan akıp geçen hayat, dışımızdadır artık ve şikâyet hakkımız kalmaz. Ve orası, tahtaya alnımızı çarptığımız yer yani, muhakkak ki Silivri’den çok daha soğuktur.