MHP lideri D. Bahçeli’nin, 1 Ekim 2024’te TBMM’de DEM Parti Grubu ile tokalaşmasıyla başlayan; T.C. devleti tarafından “Terörsüz Türkiye” olarak propaganda edilen, Kürt ulusal hareketi tarafından ise “Demokratik Toplum” olarak tanımlanan “süreç”, bir yılını geride bıraktı. Anlaşıldığı kadarıyla T.C. devlet yetkilerinin İmralı Adası’nda tecrit altında tutulan Abdullah Öcalan’a başvurmasıyla -çok daha önceden- başlayan süreçte Kürt ulusal hareketi kendi üzerine düşen adımları atmış durumdadır.
27 Şubat’ta Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” başlıklı açıklaması yayımlandı. Ardından PKK, 5-7 Mayıs tarihleri arasında Olağanüstü 12. Parti Kongresi’yle kendisini feshettiğini kamuoyuna duyurdu. 11 Temmuz’da ise kendilerini “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” olarak tanımlayan bir grup PKK’li sembolik de olsa silahlarını yakarak çözüme hazır olduklarını pratik olarak gösterdiler.
Sürecin başarılı olup olmayacağı ya da sürece yönelik eleştirisel yaklaşımlardan bağımsız, objektif gerçeklik budur. Abdullah Öcalan ve PKK, süreçte kendi üzerlerine düşen ya da “barış” için yapmaları gerekenleri yapmışlar ve söz verdikleri adımları atmışlardır. Bu açıdan “Sezar’ın hakkı Sezar’a teslim edilmelidir!”
Öte yandan sürecin diğer muhatabı T.C. devleti ise TBMM’de bir komisyonun kurulması dışında somut bir adım atmamıştır. Komisyonun çalışmaları sürmekle birlikte AKP-MHP iktidarı cephesinden yapılan açıklamalar ve dahası tersinden atılmayan kimi adımlar, ciddi soru işaretleri barındırmaktadır. Örneğin iktidarın süreçle ilgili dili değişmemiştir. Israrla meseleyi “terör” parantezinde değerlendirmeye devam etmektedir. Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü talep eden kadın ve gençlerin yürüyüşlerine yönelik polis saldırıları ya da Suriye bağlamında Kürt ulusal hareketine yönelik parmak sallayan ve tehdit eden açıklamaların devam etmesi gibi gelişmeler, bu kapsamda değerlendirilebilir. Yine medya eliyle, Kürt halkına yönelik geliştirilen ırkçı ve şoven dil, iktidarın süreci ele alışından bağımsız değerlendirilmemelidir.
Ya da iktidarın hiçbir yasal düzenleme gerektirmeyen, başta “Umut Hakkı”nın pratikleştirilmesi olmak üzere halihazırda kendi Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının uygulanmamasında diretilmesi, esir tutulan siyasetçileri tahliye etmemesinin yanında, ağır hasta tutsakların tahliye edilmemesi, infazını tamamlayan tutsakların, “İdare Gözlem Kurulları”nın “düşman hukuku” kararlarıyla infazlarının yakılması gibi pratiklerin olması dikkat çekicidir. Dahası iktidar bir yandan kendini feshederek varlığını sonlandıranlar için ‘infaz düzenlemesi’nden bahsederken diğer yandan halen demokratik siyaset yürüten siyasetçilere yönelik ağır hapis cezaları verilmektedir.
İktidarın sürece yaklaşımı ve deyim yerindeyse “ipe un serme” pratiğine dair birçok örnek verilebilir. Her şey bir yana Abdullah Öcalan’a “Gelsin Mecliste konuşsun” çağrısında bulunarak bir süreç başlatanların, gelinen aşamada Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için yürüyenlere tepki göstermesi abesle iştigaldir. AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Ö. Çelik’in, ‘Abdullah Öcalan’a Özgürlük’ yürüyüşü sonrası yaptığı açıklamada; “‘Terörsüz Türkiye’ sürecine ‘sabotaj’ düzenleyerek, terör propagandası yapanların bu gayrimeşru yaklaşımlarıyla mücadelemizi sürdürüyoruz” ifadelerini kullanmaktadır.
Yaklaşık bir yıldır devam eden süreçte iktidarın yaklaşımı ve açıklamaları karşısında halkımızın “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” deyimi akla gelmektedir. Her şey bir yana bu süreçte özellikle Kürtçe üzerinden Kürt ulusuna yönelik hâkim ulus şovenizminin yeniden üretilmesine dikkat çekmek gerekir. Meclis komisyonunda “bilinmeyen dil” olarak tanımlanmaya devam eden Kürt diline yönelik Meclis Başkanı’nın Kürtçe mesaj paylaşımı sonrasında yaşananlar, meselenin sadece “süreç”le ilgili olmadığını kanıtlamaktadır.
Bu noktada sürece dair eleştirisel yaklaşımlarının üzerinden atlanmaması gereken nokta, DEM Parti milletvekilleri ve Kürtçe üzerinden, Kürt ulusuna yönelik ırkçı, şoven ve sosyal şoven saldırganlığın artmış olmasıdır. Irkçılık sadece devlet eliyle yukarıdan aşağıya değil, kendisini muhalif olarak tanımlayan çevreler tarafından da körüklenmektedir.
Komünist önder İbrahim Kaypakkaya; “Irkçılık dışardan sokulan bir şey değildir, ama dışardan desteklenebilir. Irkçılığın dayandığı sosyal sınıflar ve zümreler vardır. Emperyalizm, işine geldiği zaman ve yerde bu sınıfların ırkçılık politikasını kışkırtır ve destekler. Bu sınıf ve zümreler sadece Türkler arasında değil, Kürtler arasında da vardır ve yukarda da değindiğimiz gibi hiç şüpheniz olmasın, emperyalizm, işine geldiği anda onu kışkırtmakta ve desteklemekte de hiç tereddüt etmeyecektir” demektedir.
Süreçle ilgili eleştirisel yaklaşım içinde olmak, dostane ve yoldaşça önerilerde bulunmak başka bir şey, Kürt ulusuna yönelik ırkçı ve şoven saldırılara karşı tavizsiz olmak bambaşka bir şeydir. Önemle belirtmek gerekir ki; bu mesele sadece Kürt ulusunun sorunu değildir. Ve hatta esas olarak ezen ulustan devrimci ve komünistlerin sorunudur. Bu gerçeğin üzerinden atlanmamalı, sapla saman birbirine karıştırılmamalıdır.
“Bu sebeptendir ki, ırkçılığa karşı yürütülecek mücadele, her şeyden önce bu sınıf ve zümrelere karşı yürütülecek mücadeledir; proletarya hareketinin en önemli görevlerinden biri, bunları emekçi halka teşhir etmektir; bunun yanında ve buna bağlı olarak, emperyalizmin bizzat güttüğü ırkçılık politikasını da teşhir etmektir; çeşitli ulusların arasındaki ırkçılığı nasıl ahlaksızca kışkırttığını ve desteklediğini de teşhir etmektir; emekçiler arasında ‘demokratizmin ve dünya işçi hareketinin uluslararası kültürünü’ yaymaktır.” (İbrahim Kaypakkaya)