İran oligarşisinin tüm çabası, devrimin anti-modernist temelini, Batılı hegemonik güçlere karşı bir silah olarak kullanarak, Ortadoğu ulus-devlet dengesinde onaylanmış ve itibarlı bir konuma yerleştirmektir. Farklı bir modernite anlamında özünde Kapitalist Moderniteyle çelişkisi yoktur
Ali Adalı
Ulus-devletin çözülüşünü yaşayan sadece Irak ve Afganistan değildir. Çin sınırında bulunan Kırgızistan’daki ulus-devletten Atlas Okyanusu kıyısındaki Fas’a, Yemen ve Sudan’daki ulus-devletten Bosna-Hersek ve Güney Kafkasya’daki ulus-devletlere kadar bütün ulus devletlerde benzer krizler yaşanmaktadır
Yazı: İran devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti ve Afgan Şahlığı örneğinde olduğu gibi İngiltere’nin hegemonik hesapları sonucu, modern bir ulus-devlet olarak yeniden inşa edilmiştir. İngiltere, bu dönemde minimize ettiği Türkiye Cumhuriyeti, İran ve Afgan Şahlığı’nı, Sovyet Rusya’nın güneye iniş yolu üzerinde birer tampon ulus-devlet olarak kurgulamış ve tesis etmiştir. Bu alanları, klasik sömürge rejimlerine dönüştürmemesi güçsüzlüğünden değil Sovyet Rusya’nın yayılmasından çekindiği içindir. Tampon devlet politikası, 19. yüzyılın başlarından günümüze kadar genellikle başarıyla uygulanan bir İngiliz sistemidir. Rıza Şah Hanedanlığı, İran kültür geleneğini bir tarafa bırakan Batı taklidi bir modernite programı uyguladı. Önce İngiltere, sonra ABD ve hatta İsrail’in uydu bir rejimi olarak ayakta tutulmaya çalışıldı. Ortadoğu ulus-devletlerinin uydu devlet niteliği, en açık biçimiyle son Pehlevi Hanedanlığı’yla sergilenmiştir. Asker ve polis gücüyle ayakta tutulan bu devletler, hegemonik gücün desteğini çekmesiyle bir günde devrilmişlerdir.
1979 İran İslâm Devrimi, siyasi olduğu kadar kültürel bir devrimdir. Bu devrim, gücünü sadece Şii ulemanın örgütlenmesinden almadı; tersine esas gücünü İran halkının kökleri tarihin derinliklerinde olan toplumsal kültüründen aldı. Devrim, başlangıçta tıpkı Fransız, Rus ve Anadolu Devrimlerinde yaşandığı gibi demokratik ulusal nitelikteydi. Komünistlerden, Şii ümmetçilerinden ve başta Kürtler olmak üzere diğer İrani halkların yurtsever kesimlerinin geniş dayanışmasından kaynaklanan Demokratik Ulus İttifakı, zaferin esas sahibiydi. Ama tarihsel ve toplumsal yönetim geleneği daha güçlü olan Şii ulema ve orta tüccar (bazar) zümresi, kısa süre içinde kendi hegemonyasını kurdu. 1920’lerin Türkiye Cumhuriyeti’nde de benzer hegemonik bir süreç yaşanmıştı. Devrimin Demokratik Ulus temeli, Şii ulema tarafından saptırılsa da özünde Kapitalist Moderniteye aykırılık teşkil etmekteydi. Şii oligarşi, tarihsel ve kültürel anlamı oldukça büyük olan bu antikapitalist birikimi, kapitalist sistemin hegemonik güçlerine karşı varlığını meşrulaştırmada bir koz olarak kullanmak istedi. Halen de bu temelde kullanmak istemektedir. İran oligarşisinin tüm çabası, devrimin anti-modernist temelini, Batılı hegemonik güçlere karşı bir silah olarak kullanarak, Ortadoğu ulus-devlet dengesinde onaylanmış ve itibarlı bir konuma yerleştirmektir. Farklı bir modernite anlamında özünde Kapitalist Moderniteyle çelişkisi yoktur. Sistemle var olan çelişki, tıpkı Arap ulus-devletlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci ve ikinci aşamalarında, taktik hesaplarla sistem içinde azami pay elde etme, onaylanma ve desteklenme karşılığında yararlanmalarına benzer bir amaçla kullanılarak, aynı sonuçlar elde edilmek istenmektedir. İran geleneğinde güçlü bir konumda olan bazar’ın, tipik tüccar pazarlığı söz konusudur. İran’da çelişki, tam da bu noktada başlamaktadır. Güçlü kültürel gelenek, Kapitalist Moderniteyle uzlaşmış bir Şia oligarşisini de kabul etmemektedir. Dolayısıyla İran’daki çelişkinin, iki alternatif modernite arasında bir mücadeleye dönüşme şansı her zaman vardır. Türkiye ve Arap ulus-devletlerinin aksine kolayca tasfiye edileceğe de benzememektedir.
Ağırlıklı olarak söylem düzeyinde sürdürülse de İran oligarşisi, günümüzde İsrail’le Ortadoğu üzerinde hegemonik bir çatışmaya girişmiş bulunmaktadır. Özellikle nükleer çalışmalarını, bu amaçla ikinci bir koz olarak kullanmaya çalışmaktadır. Şia geleneği, tarihte de hegemonya peşinde koşmuştur. Arkasında binlerce yıllık hegemonik bir İran’ı silah olarak tutmakta fakat Kapitalist Modernite koşullarında kendi gücünü abartmaktadır. Sistemin azami küreselleştiği bir çağda, eğer köklü modernite tercihine yönelmezse, İran Şia oligarşisinin başarı şansı çok zayıftır.
Ulus-devlet restorasyonları Ortadoğu’da tutmamaktadır
11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e düzenlenen komplo olasılığı yüksek saldırı, aslında kapitalist sistemin ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatma girişimiydi. NATO tarafından dolayısıyla dünya hegemonik sistemince Sovyet Rusya’nın 1990’lardaki çözülüşünden sonra çoktan yeni düşman olarak ilan edilen Radikal İslâm, aslında ideolojik maske olarak kullanılmaktaydı. Özünde ise amaç, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’daki Müslüman kültürlü ülkelerde yarım kalan kapitalist hegemonyanın tam tesisini sağlamaktı. Özellikle asi, eşkıya devletler denilen İran, Irak, Suriye, Libya vb. devletleri sisteme düzgün biçimde entegre etmek, genelde de ABD’nin dünya hegemonyasını pekiştirmekti. ABD hegemonyasında girişilen ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ ile Sovyet sisteminin çöküşü sonrasında doğan hegemonik boşluk doldurulacaktı. Ayrıca muhtemel yeni rakip olan Çin’in yükselişinin de önüne geçilecekti. Afganistan’a yönelik ilk hamlenin amacı, Orta Asya’da doğan hegemonik boşluğu Rusya ve Çin’in doldurmaması için acil davranıp inisiyatif almaktı. El Kaide ve Taliban, bu amaçla kullanılan paravan araçlardı. İstense yirmi dört saat içinde sonları getirilebilirdi. Fakat savaşın meşruiyeti için varlıklarının gündemi sürekli işgal etmesi gerekirdi. Yapılan hazırlıklar doğrultusunda savaşın ilk hamlesi başarıyla geçti. Irak hamlesi, teknolojik üstünlükle aynı hızla amacına ulaştı. Amaç Saddam Hüseyin rejimini düşürmekti. Bu amaç gerçekleşti ama asıl zorluk siyasi alanda baş gösterdi. Irak gibi asi bir rejim devrildikten sonra, uygarlıklar tarihi boyunca biriktirilen tüm kötülükler Pandora’nın Kutusu açılmışçasına bir bir dökülmeye başladı.
Irak, herhangi bir ülke değildi. Merkezî Uygarlık Sistemi’nin ilk kurulduğu bölge olup, binlerce yıl ona beşiklik etmişti. Tüm etnisite, din ve mezheplerin biriktiği bölgeydi. Siyasi olarak ya katı despotik bir rejimi ya da en radikalinden demokratik bir sistemi gerektirirdi. Batılı liberal siyasal rejimlerin uygulanma şansı yoktu. Batılı Sosyolojiyle çözümlenecek bir alan da değildi. Özcesi, Batılı ideolojik ve siyasal paradigmalarla kolayca üstesinden gelinecek bir kültür de değildi. Ortaya çıkan durum, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin karşısına çıkan durumla benzerlik arz ediyordu. Askeri olarak elde edilen zafer, siyasi alanda aynı rolü oynayamıyordu. Bilakis geleneksel despotik rejimlerin devrilmesiyle asıl toplumsal sorunlar ortaya dökülmüş ve Kapitalist Modernite’nin baş edebileceği sorunlar olmaktan çıkmıştı. Çözüm amacıyla atılan her adım, sorunları daha da büyütüyordu. En çok Irak bölgesindeki kültürler, ulus-devlet uygulamalarının ne denli çözümsüzlük ve sorun büyütme kaynaklı olduğunu ortaya koymaktaydı. Batı modernitesinin elinde, ulus-devletten başka bir araç da yoktu. Onun yıkılmasından sonra yaşanacak olan tipik bir kaos ve anarşik durumdu.
Afganistan’daki durum da Irak’takinden farksızdı. Orada da ulus-devlet sonrasında ikame edilecek elde hazır bir araç yoktu. Aslında tüm bölgede ulus-devlet kabuğu kırıldıktan sonra ortaya çıkan durum, birbirine benziyordu. Ulus-devlet cilası, sadece yüzeyde bir modernite algısına yol açmıştı. Bu cila kazındığında ortaya çıkan, binlerce yıldır biriken kültürel sorunlar oluyordu. Geleneksel despotik rejimler, sadece kültürleri baskıyla sindirmişlerdi. Bu kültürleri yok etmeleri mümkün değildi. ABD hegemonyası, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oluyordu. Modernite hegemonlarının çıkmazı, tamı tamına bu nitelikteydi. Irak’ta Saddam Hüseyin’in idamıyla içine girilen süreç, Ortadoğu ulus-devletçiliği açısından Fransız Devrimi’nde 16. Louis’nin idamıyla monarşik rejimlerin sona ermesine benziyordu. Nasıl 16. Louis’nin idamıyla monarşik rejimler bir daha kendilerine gelemeyip tükeniş çağına girdilerse, Saddam Hüseyin’in idamıyla da ulus-devletlerin faşist rejimleri, bir daha kendilerine gelemeyecek ve tükeniş çağına gireceklerdi.
Hegemonik Sistem, tüm gücünü kullanmasına rağmen, 1815-1830 döneminde Avrupa’da monarşik rejimlerin restorasyonlarının tutmaması gibi Irak’ta ve Afganistan’daki ulus-devleti yeniden restore etme çalışmaları da tutmamaktadır: Ulus-devletin çözülüşünü yaşayan sadece Irak ve Afganistan değildir. Çin sınırında bulunan Kırgızistan’daki ulus-devletten Atlas Okyanusu kıyısındaki Fas’a, Yemen ve Sudan’daki ulus-devletten Bosna-Hersek ve Güney Kafkasya’daki ulus-devletlere kadar bütün ulus devletlerde benzer krizler yaşanmaktadır. Pakistan’ın daha şimdiden Afganistan’dan farkı kalmamıştır. Lübnan, Yemen ve Sudan, sürekli kaynamaktadır. Mısır, en ufak bir demokratik yumuşamada rejimin çöküşüyle karşı karşıya gelmiştir. Cezayir, henüz iç savaştan tümüyle çıkmış değildir. Kendini istikrar adası ilan eden Türkiye, ancak Gladio’nun özel harekâtlarıyla ayakta tutulmaktadır. Sorun yaşamayan tek bir Ortadoğu ülkesi yok gibidir. Kaldı ki sorunlar, askeri olarak çözümlenecek sorunlar değildir. İslami teröristler diye ilan ettikleri, kendilerinin yarattığı ajanlardır. Karşılarında askeri olarak savaşacak bir güç yoktur. Belki bir İran vardır. İran vurulsa bile katbekat daha fazla sorunlu güç ortaya çıkacaktır.
Ortadoğu bunalımına ilişkin tüm göstergeler, ulus-devletlerin, restorasyonlarla çıkış bulmasının zayıf bir olasılık olduğunu göstermektedir. Aslında 1990’lar sonrasında ABD hegemonyasının yapmak istediği, 1815-1830’daki monarşik rejimlerin restorasyonuna benzeyen bir ulus-devlet restorasyonuydu. Fakat monarşik rejimlerin restorasyonu nasıl tutmadıysa, ulus-devlet restorasyonları da özellikle Ortadoğu’da tutmamaktadır. Kaldı ki, ulus-devletin doğuş alanı olan AB ülkelerinin son yaşadığı ve giderek derinleşen kriz de özelinde bir ulus-devlet krizidir. AB, krizi aşmak istiyorsa, ulus-devlette radikal dönüşümler gerçekleştirmek durumundadır. Ulus-devletler, mevcut egemenlik durumlarını korudukça kriz daha da derinleşecektir. Hâlbuki Avrupa Birliği, altmış yıldır ulus-devlet egemenliğini sınırlandırarak kendini geliştirmeye çalışıyordu. Bu çabalar bile yetmediğine göre, ulus-devlet krizinin küreselliği, açıkça ortaya çıkmaktadır. Sorun, artık ulus-devletlerin dolayısıyla Kapitalist Modernite’nin yapısal kriz yaşayıp yaşamaması değildir; krizden sonra neyin nasıl yaşanacağına ilişkindir. Eğer durumu, Roma veya Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşleri sonrasına benzetirsek, ulus-devletlerin yerine nelerin, ne tip rejimler, siyasi oluşumlar ve ortak toplumsal yaşam biçimlerinin gelişeceğini tartışmak ve çözüm bulmak gerekecektir.
Ortadoğu kültüründe ulus-devletler hegemon ulus-devletin yoğunlaşmış ajan kurumlarıdır – I
*Devam edecek.