1800’lerin sonlarında komünist hareket içinden filizlenen sosyal demokrasinin tarihsel hikâyesi bir karşıtına dönüşme serüvenidir. İlk öncüleri Almanya Sosyal Demokrat Partisi içinden çıkmıştır. Komünist bir parti olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin teorisyenlerinden Bernstein da ilk kuramcılarındandır. Marksizm’i revize etme, günün gereklerine uyarlama iddiasıyla yola çıkan bu isim, kapitalizmin baş döndürücü gelişimi karşısında büyülenip artık sınıf savaşının gereksizleştiğini vazedip sosyalizme barışçıl yollarla geçilebileceği sonucuna ulaşmıştır. Bu teorileri ilk dillendirdiğinde pek rağbet görmese de sonrası hiç öyle olmamıştır. Tarihin her kritik dönemecinde olduğu gibi bu teorilerin dillendirildiği o kritik dönemeçte de revizyonizm olarak tanımlanan bu teoriler fazla gecikmeden karşılık bulmuş ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi hızla komünist kimliğinden uzaklaşıp bugünün sosyal demokrasisinin önceli haline gelmiştir.
Sonrasını biliyoruz…
Bir zamanların en güçlü komünist partisi olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi 1. Dünya Savaşı arifesinde emekçileri kendi burjuvalarının safında yer almaya davet etmiş ve 2. Enternasyonal içindeki gücüyle birçok partiyi domine ederek sosyal şovenizmi, sınıf işbirlikçiliğini bulaşıcı bir hastalık gibi yaymıştır.
Bir zamanların komünist partisi sosyal demokratlaşarak Almanya’da Rosa Luxemburg’ların katline ortak olacak kadar sınıf düşmanı haline gelmiştir.
Bu ekolün Rusya’daki temsilcileri de o zamanki sınıf mücadelesine “işçiler ekonomik sorunlarıyla ilgilensin, siyasal mücadeleyi liberal burjuvalar yapsın” anlamına gelen teorileştirmeleriyle işçi sınıfı mücadelesine sınır çizmişlerdir.
Ya şimdinin sosyal demokratları? Buna dair Türkiye tarihi hayli zengin bir hafızaya sahiptir. Ancak son İzmir grevi o hafızayı da aşacak bir bütünlükle sosyal demokrasinin seceresini ortalığa döktü.
Bu bütünlük aynı zamanda sosyal demokrasinin neoliberal dönüşümünün de ifrata varmış hali oldu.
Bu sosyal demokrasi de uzun süredir işçilerin ekonomik talepli mücadelelerine bile sınır çekmek, siyasal mücadelelerine de kendi yedeğinde olması şartıyla onay vermekle karakterize. Bunun en çıplak arenası da CHP’li belediyelerde karşımıza çıkıyor. CHP’li belediyeleri temsil eden patron sendikası SODEMSEN’in oturulan her toplu sözleşme masasındaki tutumu bile bu ikili yaklaşımın tipik ifadesidir. SODEMSEN o masalarda hep CHP’nin o çok muhalefet ettiği iktidarın merkezi ekonomi politikalarından sekmeyen, işçilere en aza kanaat getirmeyi dayatan bir tutumun temsilcisi oldu. CHP’nin gerçek sınıf kimliğinin yani…
Onun bu tutumu CHP ve belediyelerin sendikal mücadeleye tahammüllerinin sınırlarının da göstergesidir. O sınırın bittiği yer arka bahçeleri haline getirdikleri Genel-İş’in pratiği kadardır. O pratik de malum. Gece yarısı işçilere sorulmadan altına imza atılan patron teklifini bir gıdım olsun zorlamayan bir pratik!
İzmir grevi bu gerçeğe pek çok açıdan turnusol oldu. Sosyal demokrasinin tarihsel devamcısı olan CHP’nin neoliberal dönüşümle geldiği nokta elbette ki öncelleriyle özsel bir devamlılık taşıyordu. Fakat daha çıplak hale gelerek… Bu öz, İzmir’de rafine haliyle karşımıza çıktı. İşçilerin grev silahını kullanması karşısındaki kibirli, saldırgan yaklaşım grevi çözemediği noktada onlarla halkı karşı karşıya getirecek, sokağa inerek çöp toplamaya varacak bir noktaya ulaştı. Dahası kırıcılığa davet ettiği kitleye işçileri kırdırtacak bir sınıf düşmanlığına, düşkünleşmeye büründü.
Sosyal demokrasi tarihinde işçilerin ekonomik ve siyasi mücadelelerini ayrıştırması, mücadeleyi kendiliğindenlik sınırlarına hapsetmesi, “olan olması gerekendir” gibi bir edilgenliğe mahkum etmesiyle maluldür. İşçiler siyaset yapacaksa da onun belirlediği sınırlarda eylemelidir. Bugünün sosyal demokrasisi bu anlayışı en uç, en itici ve irrite edici noktaya vardırmasıyla çizgiyi mantıki sonucuna ulaştırmıştır.
İşçiler siyaset yapacaklarsa da CHP’ye yönelik saldırılara tutum alarak, dahası o zor durumdayken kendilerinden vazgeçerek siyaset yapmalılar onlara göre. Bu yaklaşım o kadar ileri götürüldü ki işçiler, CHP’ye karşı AKP’yle kol kola girmekle itham edildi. Etnik kökenleri bile gündemleştirilerek bunun üzerinden sosyal şovenizmi kışkırtacak bir düşmanlığa vardırıldı. Nereden bakarsak bakalım çıplak bir sınıf düşmanlığının en gerici, en saldırgan ruhuyla hücuma geçildi.
Neoliberal dönüşüm içinde ideolojik çizgisini mantıki sonucuna vardıran sosyal demokrasinin siyasal temsilcileri böyleyken bir grevi grev yapan, gücüne güç katan toplumsal gerçeklik farklı mı? Değil elbette. Zaten sosyal demokrasinin İzmir’de bu denli kendini kaybetmesinin esas dayanağı da o toplumsal dönüşümün yarattığı gerçekliğe duyulan güven değil midir? İzmir’deki grev bunun da turnusolü oldu. Akademi dünyasından emekçilerin çeşitli katmanlarına kadar geniş bir kesimin işçi sınıfı mücadelesinden, onun en önemli okulu olan grevden, sınıf mücadelesinin kendisinden ne kadar uzaklaştıkları ve işçilerin hele hele “çöpçülerin” hak talep etme “cüretinden” rahatsızlık duyar hale geldiklerinin de göstergesi oldu.
Onlarca yıl içinde Türkiye topraklarında sayısız işçi direnişi yaşandı. Birçoğu lokal kaldı, ezici bir kısmı sendikalaşma mücadelesine yönelik saldırılara karşı gelişti, hak aramak kaçınılmaz hale geldiğinde pratikleşti. Ancak bunlar toplumun bireycilik-rekabet-kendi gerçeğine yabancılaştırılma hali gibi katmanlı bir ideolojik-kültürel hegemonya içine hapsedilmiş olduğu gerçeğini kırmaya yetmedi. Bu katmanlı yabancılaşma, çözülme, yozlaşma hali ancak güçlü bir sınıf hareketi rüzgarıyla sarsılabilir. 15-16 Haziran ruhuyla… İzmir grevi 15-16 Haziran’ları yaratan o ruhu yeniden kuşanmamızı bir kez daha hatırlatması, sarsmasıyla önemli bir deneyim olarak tarihe kaydoldu.
Bu olduğunda sosyal demokrasi bile bu açık düşmanlık çizgisinde değil, o eski sinsi karakteriyle sahalarda görünmek zorunda kalacaktır.