Barış, devlete bırakıldığında bir güvenlik protokolüne; topluma mal olduğunda ise bir etik-politik yeniden kuruluş alanına dönüşür. Bugün Türkiye’de barışın yeniden mümkün olabilmesi, savaşın taraflarını değil, barışın öznesi olmayı seçenleri merkeze almakla mümkündür
Ercan Jan Aktaş
Tanımında kimi farklı nüanslar olsa da nihayetinde kimse barış olmasın demiyor, ya da ‘ben barışa karşıyım’ diyen de yok. Ancak bir yıllık kendi deneyimlerimizden de biliyoruz, bütün bu ortaklığa rağmen köşe başlarında içinde bulunduğumuz zamana dair ‘bak işte ben dememiş miydim?’ hazır refleksi ile bekleyen çok kişi var. İçinde bulundukları atmosfer ve dillerinden dökülenler ile adeta çatışma/şiddet ortamını yeniden çağırıyorlar.
Hepimizin ortaklaştığı gibi ‘barış, yalnızca silahların susması değil’, asıl barış dediğimiz şey tam da silahların susması ile başlayıp hakikatin sesinin yeniden duyulur hâle gelmesi ile devam eden süreçtir. Barışın, devletin ilan ettiği bir “durum” olmadığını da çok iyi biliyoruz. Devlet karakteri, iktidarlar da çıkarları gereği her zaman barıştan uzak, şiddet ve savaşa yakın dururlar. Bu anlamıyla devletin ve iktidarların durakladığı an değildir barış, toplumun içinden filizlenen bir karşı-hafızadır. Bu karşı hafızanın da ne kadar zayıf olduğunu içinde geçtiğimiz zaman dilimi içinde bir kez daha görüyoruz.
Sahip olduğumuz ‘barışın otoritenin tanımladığı “normalleşme”yle değil, insanların kendi hikâyelerini birbirine anlatabilmesiyle başladığı bilgisi gündelik hayatın basit etki – tepki refleksleri üzerinden yitip gidiyor. ‘Kim ne verdi?’, ‘Bu adımına karşı ne aldı?’ basitliği üzerinden barış ihtimalini tehlikeye atmaktan korkmayan ne çok insan var. Bu basit karmaşadan sonra tekrardan altını çizmekte fayda var; ‘Barış, müzakerenin resmiyetinde değil, güvenin yeniden örülmesinde yaşar.’
Elbette barış, savaşanlar arasındaki şiddet halinin son bulması, iki karşıt güç arasında kurulan bir iletişim/diyalog halinin başlaması ile kurulan bir masaya işaret eder. Ancak bu sürece karakterini verecek olan da toplumun kendisi olacaktır. İçinde hayata karıştığımız toplumun “ama”larla, “acabalarla” konuştuğu bir zamanda barış, cesaretin adıdır. Bu cesareti gösterenlere kaygı ve endişe ile yaklaşmak yerine atılan adımları görmek ve buna güç vermek gerekirken, ‘bitsin de kurtulalım’ serzenişinde hepimizin daha büyük kaybedeceğini ne çabuk unutuyoruz.
Unutmayalım ki, korkunun, şüphenin, sessizliğin arasından sözü geri çağırma çabasıdır barış. Barış, karşı tarafın varlığını tehdit olarak değil, tamamlayıcı bir yüzleşme olarak görebilme yetisidir. Kürt Özgürlük Hareketi içine girdiği pratikler ile bunu sergilerken ‘ama devlet ne yapıyor?’ demenin elbette bir anlamı vardır. Bunu sürdürmek de gerekir. Ancak ‘devlet ne yaptı ki?’nin arkasına sığınarak barışa dair susmak, pasif kalmak anlaşılır bir durum değildir.
Henüz hepimizin bir mütabakat ile adını koyamadığımız, fakat varlığını sezdiğimiz o geçiş hâlinde olduğumuzu da görmezden gelmemek gerekiyor. Her bir taraftan içinde olacağımız söz ve eylemsellik ile barışı devletin kelimesi olmaktan çıkarıp toplumun hafızasında bir ahlaki imkâna dönüşürmek mümkündür.
1 Ekim 2024 tarihinde başlayan ve adı itina ile konulmayan bu zaman dilimine bizler kendi adımızı neden koyamıyoruz? Bu ‘biz’in içinde Türkiye’deki son yarım asır içinde savaş ve şiddet ikliminde etkilenen milyonları anlatmak istiyorum. Türkiye’de yarım asırlık bu savaşta kaybetemeyen bir avuç devlet ve sermaye eliti dışında kimse kalmadı. Türkiye’deki bütün sorunlar; toplumsal çürüme/yozlaşma, ekonomik çöküntü, sefil durumdaki eğitim sistemi, sistemin duvarlarında nefessiz kalan akademi, sefil erkek şiddeti ile hayatları çalınan kadınlar, ‘kutsal aile’ye kurban seçilen lgbti+ lar, korkunç yoksullukta barınma yeri ararken yurtlarında atılan, kantinlerinde alabilecekleri gıdayı talep ederken palalar ile kampüslerinde kovalanan üniversite öğrencileri…
Ufuksuz ve hikayesiz kalan on milyonlar!
Türkiye’de – özellikle de batısı- ‘evet biz barıştan yanayız’ diyen bir milyon insan hiç bir zaman sokakları doldurmadı. Oysa devletin savaş/şiddet politikalarından kaynaklı daha kaç neslin hayatı karartılsın!
Bertolt Brecht’in; “Barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin: Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir,” dizeleri üzerinden yeniden düşünmek mi desek, bir şeyler eksik. Ağaç da ot da doğanın döngüsüne tabidir; yağmur yağar, güneş açar, toprak besler — ve yaşam kendini sürdürür. Ama barış, doğanın değil, tarihin alanına aittir. Yani insan eliyle, insanın kendi siyasal, ahlaki ve toplumsal eylemleriyle kurulur.
Barış mücadelesine her zaman olduğu gibi bugünde, daha çok kadınlar, vicdani retçiler, LGBTİ+ hareketi, sivil toplum sahipleniyor. Yani iktidar ilişkilerinin dışına itilmiş, ya da kendilerini iktidar ilişkilerinin dışında kuran özneler. Bundan olsa gerek ataerkil ve militarist karakterlerine sıkı sıkıya sarılan siyasi parti ve yapılarda barış hala, “pasif”, “duygusal” ya da “naif” bir mesele alanı olarak görülüyor. Halbuki bu hareketler, barışı duygusallıktan değil, etik bir politik bilinçten kurarlar. Feminist düşünür Cynthia Enloe’nun dediği gibi: “Barış süreci, erkeklerin savaşını sonlandırmak değil, erkek egemenliğini sonlandırmaktır.”
Bu bakımdan barış mücadelesi, aslında pasif değil; en radikal politik eylemlerden biridir. Barış devlet politikası değildir. Onu buna toplumsal muhalefet ve barışın öznesi yapılar mecbur bırakır. Bugün Türkiye’de “adı konmamış” bir sürecin içinde, barış hâlâ hem var hem yoktur. Devlet, kendi iktidar sınırlarını aşamadığı için barışı tanımlayamamakta; toplum ise korku, şüphe ve yorgunluk arasında onu sahiplenmekte tereddüt etmektedir. Oysa barış, iktidarın stratejik manevralarından değil, toplumun vicdanından ve kolektif hafızasından doğar.
Barış, devlete bırakıldığında bir güvenlik protokolüne; topluma mal olduğunda ise bir etik-politik yeniden kuruluş alanına dönüşür. Bugün Türkiye’de barışın yeniden mümkün olabilmesi, savaşın taraflarını değil, barışın öznesi olmayı seçenleri — kadınları, vicdani retçileri, sivil inisiyatifleri, emekçileri, akademiyi, özgür basını, hakikat arayışçılarını — merkeze almakla mümkündür.
Brecht’in dediği gibi, barış ne ağaçtır ne ottur; kendiliğinden yeşermez. Ancak “istersek çiçeklenir.”
Ve tam da bu yüzden, barış mücadelesi naif değil, en cesur politik eylem biçimidir. Bugün her zamandan daha çok ‘amasız’, fakatsız’ bu cesarete ihtiyacımız var.









