Bilaihtilaf, en ileri Müslüman algı bile, kadını zayıf bir varlık, eşit hak sahibi olmayan, en fazla “bazı haklarda eşit” bir cins olarak tanımlamanın ötesine geçememektedir. Bugün İslâm coğrafyasında büyük kısmında Kürdistan’dan Pakistan’a, Çin’den Afrika’ya kadar farklı biçim ve düzeyde yaşansa da kadın, sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuksal haklarından yoksun, eksik insan pozisyonunda görülmektedir.
Kadını eksik akıllılıkla, ahlak bozuculukla, fitneyle tanımlamada ortaya çıkan gerçeklik, çok daha vahim bir durum ortaya koymaktadır. O da şudur ki, Müslüman toplumlar bu tanımlarla esas olarak kendilerini tanımlamaktadırlar. Zira kadını tanımlama, toplumu tanımlamadır. Ve en önemlisi de kadına bakış, toplumun bir bütün itikadi düzeyini gösterir. Din ve kitabı ne kadar doğru kavradığıyla doğru orantılıdır. İslâm’ın Allah’ı, insan türünün yarısını oluşturan kadını eksik yaratan, cinsler arasında taraf tutan bir İlah değildir. Kadını dışlayan, küçümseyen, yok sayan Müslüman algı, bunun kendi zihinlerinin ürettiği çarpık bir ilah anlayışının ürünü olduğunu fark etmelidir. İslâm çok katı ve tavizsiz bir şekilde antropomorfizme karşı çıkarken, müslüman algı, farkında olmadan, tarihsel şirk algısının bilinçaltı sızması olarak Allah’ı (haşa) erkek olarak tahayyül eder. Bu nedenle bu ilah anlayışı, erkeği üstün tutar, kadını da ancak ona itaat etmesi gereken bir cins olarak görür.
Bunun temel nedeni, Müslüman toplumların İslâm medeniyetinin Ümmet bilincini başaramamaları ve tarih boyunca köleci-şirkçi geleneğin katı gerçekliğini ve duvarını aşamamasıdır. Sadece birkaç örnek bile, Müslüman zihnin hangi geleneğin içine hapsolduğunu gösterir. Egemen-şirkçi aklın ifadesi olan Grek mitolojisinde kadın (Pandora), erkek-Tanrı Zeus tarafından insanların başına bela için yaratılmış iken; putperest Hindu dinlerinde kadın, erkek tanrı Atman’ın can sıkıntısını gidermeye yarayan bir oyun olarak yaratılan ve asla Nirvana’ya (Cennet’e) ulaşmayacak olan bir eksik varlıktır. Çin’de ise ‘erkek’, Göktanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir ve kadının kocasına ibadeti tanrıya ibadettir, zorunludur.
Hz. Muhammed (a.s), hak bir dinle ba’s olununca, tüm bu cahiliye görüş ve adetler İslâm tarafından reddedildi. Kur’an’ın tümüne yayılmış bir insani eşitlik vurgusunun yanı sıra, onlarca ayette insanlığın eşit mesabedeki çiftler, kadın ve erkekten yaratıldığı vurgulandı. Ahzab suresi 35. ayette çok çarpıcı bir şekilde hitabın eşit derecede cinslere yönelmesi, kadını asli günahkâr gösteren Yahudi ve Hristiyan tahrifatlarının reddinin yanı sıra, Resulallah’ın sosyal yaşamda kadını eşit bir muhatap kabul edip güçlü bir şeklide özne haline getirmesi, çok köklü bir sosyal devrimin gerçekleştiğini gösteriyordu. Nitekim Asr-ı Saadette kadın vahyin eşit muhatabı idi. Sosyal yaşama katılıyor, camide Resul ile beraber eğitim yapıp Cuma’larda tartışmalara katılıyordu. Bazen Seriyelere komutan olarak da atanabiliyordu. Hatta mescide imam bile oluyordu. Hz. Ömer hadisinde görüldüğü üzere, Müslüman kadın, kılıcıyla Cuma hutbesine katılıp halifeyi yanlış bir kararı nedeniyle uyarabilecek bir konumda olabiliyordu. Cemel vakasında da Hz. Aişe şahsında görüldüğü üzere, bir dava uğruna ordu toplayıp ona komuta edecek düzeydedir ki, sahabenin önde gelenlerinin hiçbiri sadece kadınlık üzerinden bu tavrı eleştirmemiş ve onun komutası altında savaşmıştı. İslâm devrimi, kadını gerçek bir irade haline getirmişti. Bu, Muhammed’i İslâm’ın cins ve insan bakışının ürünüydü.
Ne yazık ki, Emevi karşı devrimi başta olmak üzere, birçok sebepten, Müslümanlar giderek Muhammedî İslâm’ın hakikatinden uzaklaştılar. Kadın, yavaş yavaş sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki alandan kovulup erkeğin iktidar alanına dönüştürülmüş bir halde eve kapatıldı. Hatta Allah’ın mescitlerinden kovuldu. Sonra giderek saraylarda, zengin evlerinde bir zevk nesnesi olarak, cariye olarak metalaştırıldı. Kur’anî bakışın yerine cahili Arab’ın, Pers’in, Grek ve Hind’in bakışı hâkim oldu. İlminden, takvasından şüphe duymadığımız bir alim olan İbn-i Kayyım bile ‘açık ki kadın, ahlaken, fıtraten ve aklen erkekten çok aşağı derecededir’ diyebilmiştir. Müslüman algının bu denli cahili şirk geleneğine benzemesi acı vericidir, fakat gerçektir.
Dolaysıyla kadının toplum ve erkek karşısında düşürüldüğü bu durum, basit bir sorun değil, İslâm toplumları açısından itikadi anlamda da ciddi bir sapmadır. İslâm’ın toplumsal, siyasal, ahlaki hedeflerinden çok ciddi bir sapmadır. Hatta ümmetin ilk kuruluşunun belli bir zamandan sonra akamete uğramasının da asli nedenidir.
Elbette biz cinsiyet sorununu tüm toplumsal sorunların önüne koyan modern feminizm gibi bir arayış içinde değiliz. Toplumsal sorunlar ve gelişim diyalektikleri, elbette çok boyutlu ve çok katmanlıdır. Eşitsizliği, adaletsizliği, baskıyı tek bir sebebe dayandırarak tahlil etmek bizi doğruya ulaştırmayacaktır. Ama hangimiz Firavun’dan Nemrud’a, Stalin’den Nasır, Saddam, Kemallere kadar, tüm diktatörlerin toplumlara dayattıkları baskının, hemen hemen her erkeğin evde eşine uyguladığı baskıya benzemediğini iddia edebilir!?
Şunu kabul edelim ki, kadın ile erkek arasında kurulan eşitsizlik, içtimaı satıhta diğer tüm eşitsizlik ve adaletsizliklerin kaynağıdır ve siyasal-sosyal alandan hiç de kopuk değildir. Tahakküm sistemleri, tüm içtimai satıhta eşitsizlikçi sistemi hâkim kılabilmek için, eşitsizliğin ve köleliğin bir toplumsal kabul olarak yerleşmesini sağlamak zorundadırlar. Eşitsizlik bir zihniyet ve inanç formu olarak topluma kabul ettirilmedikçe ve toplumsal ilişkilerde cari hale getirilmedikçe, Nemrudî iktidarın toplum üzerinde tahakkümü mümkün olmayacaktır. Toplum içinde eşitsizliğin en yaygın kurulabilecek alanı ise, cinsler arası münasebet alanıdır. Kadın ile erkek arasındaki eşitsizlik bir kere toplumsal bir sistem olarak tesis edildiğinde, toplumdaki tüm eşitsizliklerin beslendiği, tüm baskıların dayanak bulduğu bir sorun haline gelir. Zira aile, toplumun-ümmetin kök hücresidir, içtimai hayatın esasıdır. Bu kök hücre, eşitsizlik zehri ile kirlenmişse ve eşitsiz ilişkilerin benimsendiği bir yer haline getirilmiş ise, artık her tür eşitsizlik, zorbalık ve baskıcı sistem burada üretilir. Gerek geleneksel gerekse de modern toplumun neden yapısal olarak eşitsizlik ve kölelik ürettiği bu çerçeveden değerlendirilmelidir.
Tevhidi inanç ve zorba şirk sistemleri arasındaki asli mücadele de topluma ve insana dayatılan bu yaşam tarzı üzerinden geliştirilmektedir. Tüm şirk sistemleri açısından kadını zavallılaştırmak, sistemin devamı açısından zorunludur. Günümüzde de aydınlanmacı modernist ideolojiler ve zihniyetler bu nedenle çeşitli nazariyelerle, safsatalarla kadın şahsında insan hakikati ile oynamaktadırlar. Kapitalizm her şeyden önce kadın şahsında aile ve toplumsal, dini, ahlaki değerlere saldırmaktadır. Zira din ve ahlaki değerleri dejenere etmeden, kadın şahsında toplumun kök hücresi olan aileyi yozlaştırmadan sistemini sürdüremeyeceğinin farkındadır. Kadını metalaştırdıkça, toplumu metalaştırmaktadır. İşçi emeğini pazarda satarken, modernizmin pazarına sunulan kadının bedeni ve ruhudur. Kadın özgürlüğü ile modernist ideolojilerin savundukları da budur.
Dolayısıyla bugün kadına yönelen saldırılar, toplumumuza, ahlakımıza, itikadımıza ve varlığımıza yönelen saldırılardır.
Adil toplum kuruluşunda cins sorunu olarak tanımladığımız bu soruna, mukaddime düzeyinde yer vermemiz doğru kavranmalıdır. Bugün küresel çapta cereyan eden ve bölgemizde oldukça kanlı, vahşete dönüşen bir insanlık buhranından söz ediyoruz. O halde İslâm’ın ilk kuruluş misyonuna denk yeni inşa sürecinde de mesajını evrensel topluma yöneltmesi gerektiği açıktır. Açık ki bu sorun İslâm’ın çözmesi gereken sorunların başında gelmektedir. Binlerce yıldır, geleneksel ve modern kalıplardan içtimai ve ferdi boyutta en eski kölelik bağlarından olan bu sorun çözülmeden, toplumumuz şu an içinde bulunduğu kan deryasından çıkamaz.
Bunun yanı sıra, şu an Kürdistan’da her açıdan toplumumuz yeni bir kuruluşu yaşıyor. Müslüman kadının bu yeni kuruluşta yerini alması, itikadi bir sorumluluktur da. Bu kuruluşta yer almamak en başta iradesizleşmeyi kabul etmek olur ki, bu kabul edilemez.