Ortadoğu’nun kalbinde yükselen İsrail–İran gerilimi, yalnızca günümüzün jeopolitik dengelerini sarsmakla kalmıyor; beş bin yılı aşan dinî ve etnik mücadelelerin tarihsel izdüşümlerini de gözler önüne seriyor. Yahudiliğin kadim örgütlenmeleri, kadim peygamberlik geleneğinden başlayarak antik İsrail krallıklarına, diasporaya ve nihayetinde modern ulus-devlete uzanan bir çizgide evrildi. Bu süreçte Hristiyanlık, İslam ve başka inançlarla kesişen ittifaklar, ayrışmalar ve silahlı çatışmalar, bölge halklarını defalarca yeniden tanımlamak zorunda bıraktı.
Yahudiliğin M.Ö. 2000 yılda biçimlendiği dönemde tapınak temelli birliktelik, tek Tanrı inancını merkezi kıldı; bu yapı, sonraki yüzyıllarda İsa sonrası Hristiyan ve 7. yüzyılda İslam fetihleriyle ayrı kulvarlara ayrıldı. Haçlı Seferleri’nde Hristiyan krallıklar Kudüs’e yürüyüp Haç’ı dikti; Osmanlı döneminde İslam hilafeti, “imanın kılıcı”nı savunarak Filistin’e uzandı; İngiliz manda yönetimi, Siyonist göçü resmî ideolojiye dönüştürdü. Böylece toprak mülkiyeti, inanç aidiyetiyle iç içe geçti, “kutsal toprak” mefhumu hem inanç hem strateji nesnesi haline geldi.
Bugün İsrail’in İran’ın balistik füzeleri ve proxy gruplarla yükselttiği “varoluşsal tehdit” söylemi, tarihi travmaları yeniden açıyor. Tahran’ın nükleer kapasite ısrarı, Tel Aviv’in “kırmızı çizgisi” olarak tarif ediliyor. Her iki taraf da “yok oluş” üzerinden jeopolitik manevra yaparken, sınırın ötesindeki Lübnan, Suriye ve Irak’ta yeni bir kaos dalgası tetiklenebilir. Bölgesel istikrarsızlık Körfez’e, Basra Körfezi’ne, hatta Akdeniz’e sirayet edebilir; küresel enerji piyasaları şok yaşayabilir, insani kriz derinleşebilir.
Olası bir askeri çatışma, yalnızca iki devleti değil, sivil halkı, mülteci kamplarını, kutsal mekânları ve çevreyi yıkıma sürükleyecek. Sınır ötesi insansız hava araçları, yakın dönem sivil öldürme belgeleri; modern cephaneler, antik travmaların üzerine yeni fatura çıkarıyor.
Bu trajediler sarmalından çıkış, ne tek bir devletleşme projesi ne de katı milliyetçilik söylemleriyle mümkündür. Ortak tarihî aidiyetin yanında, farklı inanç ve etnik toplulukların eşit katılımıyla inşa edilen “Demokratik halk cumhuriyeti” modeliyle mümkündür. Hukuku değil, katılımcı kurumları merkeze alan; toplumsal çeşitliliği “zenginlik” olarak gören bir zihniyet dönüşümü kaçınılmazdır.
Yerel toplulukların kendi karar mekanizmalarını oluşturduğu, merkeziyetçi yapının iktidar tekeli yerine tabandan yükselen örgütlenmeyi savunan model, sınırları değil, kavramları gevşeten; yönetimi değil, katılımı güçlendiren yaklaşım, bugün tarihsel bir zorunluluktur.
İsrail’de Arap vatandaşlar ve Filistin’de Yahudi azınlıklar, “demokratik ulus” çerçevesinde birlikte eşit yurttaşlık deneyimleyebilir; İran’da ise etnik-Kürt ve Azeri kimlikleri, demokratik özerklik bölgelerinde kendi eğitim, kültür ve hukuk düzenlerini özerk yönetebilir. Bu, mutlaka merkezi devletin tasfiyesi değil; “yetki paylaşımının” anayasal zeminde yeniden tanımlanmasıdır.
İsrail–İran gerilimi, Ortadoğu tarihinin yeni bir kırılma noktasına işaret ediyor. Nükleer gerginlik, vekâlet savaşları, ekonomik ambargolar… Tüm bu krizler, bir “demokratik dönüşüm” ihtiyacını kaçınılmaz kılıyor. Demokratik ulus ve demokratik özerklik modelleri, “birleşik barış” inşasını tek toplumsal çözüm alanı olarak sunarken, tarihsel acıların yeniden yaşanmaması için somut kurum öneriyor.
Bölge ancak kendi içinde “eşit yurttaşlık”, “özerk karar alma” ve “çoğulcu aidiyet” ilkelerini derinleştirirse; yeni travmalar değil, kolektif iyileşme mümkün olur. Ortadoğu’nun kutsal toprakları üzerinde bir “iktidar inmesi” değil, “kardeşlik paylaşımı” yükseltilmeli; geleceğe barış, adalet ve ekolojik sürdürülebilirlik perspektifinden bakılmalıdır.
Yakın dönemin “yıkıcı ulus” söylemleri yerine, “demokratik ulus”un umut vaat eden cümlelerini birlikte yazabiliriz.