İsrail Başbakanı Netanyahu, Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben “Kudüs bizimdir” deyince Türkiye’de tepeden aşağıya hiyerarşik nizam içinde ‘milli öfke’ ateşlendi. Erdoğan-Netanyahu söz düellosu, Katar’da Hamas yöneticilerini hedef alan İsrail askeri operasyonundan bu yana tırmanış halinde.
Kudüs atışmasına paralel olarak iki devlet arasındaki gerilimin de yükseldiği ve askeri sonuçları olabileceği yolunda ciddi bir kaygı söz konusu. Erdoğan, Batı kamuoyunda nihayet meşruluk kazanmaya başlayan İsrail eleştirilerinden aldığı cesaretle retoriğini keskinleştirirken Netanyahu, geri adım yerine Ankara’nın restini görüyor.
Türk resmi söylemi, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü katliamı vurgulayarak Doğu’nun İslami hassasiyetleriyle Batı’nın hümanist vicdanına birlikte hitap ediyor. Erdoğan, İsrail’le başlıca anlaşmazlık nedeni olarak Filistin davasını gösteriyor. Katar’daki Arap Ligi toplantısında, “Filistin devleti vücut buluncaya kadar mücadele” sloganı atarken İsrail’i dünya kamuoyunda artarak kabul gören iki devletli çözümün önünde başlıca engel olarak gösteriyor.
Yarı-resmi Türk popüler söylemiyse, İsrail’le gerçek çatışma konusunu ifade bakımından biraz daha dürüst görünüyor. AKP-MHP taraftarı ya da karşıtı, sağcı ve solcu, İslamcı ve laikçi medya kurum ve şahsiyetlerinin tamamı, aylardır İsrail’in Türkiye’yi işgal ya da parçalama yolunda bir amacı olduğunu vazediyorlar. İsrail’in Tevrat’ın emri gereğince Türkiye’den toprak talep ettiği, ABD’yle birlikte Büyük Kürdistan’ı kuracağı ya da Suriye’yi parçalayacağı gibi değişen dozda iddiaları daha yüksek sesle dile getiriyorlar.
Suriye sahasında gerilim
Bu söylem, semptomatik niteliği bir yana, Suriye coğrafyasında ortaya çıkan nesnel bir durumla örtüşmesi nedeniyle daha dürüst ve gerçekçi. Şöyle ki, Esad rejimi devrildiğinden beri, Türkiye ve İsrail arasında bir tampon ülke olarak Suriye’nin yokluğu hissedilmeye başladı. Türkiye ve İsrail ilk kez birbiriyle doğrudan temas eden iki komşu devlet durumuna geldiler.
Bu karşılaşma, Suriye’de yaşanan her türlü gelişmeyi, “İsrail ne yapmaya çalışıyor?” sorusu kapsamında okuyan popüler bir algı şablonuna zemin oluşturdu. Aynı soru, beklendiği üzere İsrail basınında “Türkiye ne yapmaya çalışıyor?” diye soruluyor. Soruların ve yanıtların retorik benzerliğiyle semantik farklılıkları arasındaki tezat içinde gerçekçi bir tabloya yaklaşmak mümkün olabilir.
Türkiye, cihatçı El Şara yönetiminde ve kendi güdümünde üniter bir Suriye devleti oluşturma yolunda sürekli ‘oyun kurucu’ hamleler yapıyor. İsrail’se, Gazze icraatının aksine Suriye’de azınlık haklarını merkezi iktidara karşı koruma şiarıyla hareket ediyor. Üniter Arap devleti modeli yerine, Dürzi, Alevi, Hıristiyan ve Kürt unsurların temsilini garantileyen ademi merkeziyetçi bir sistemi, jeopolitik tercihleriyle daha uyumlu buluyor. Genel bir ifadeyle, Suriye sahasında Türkiye ve İsrail arasında ünitarist ve federalist projelerin rekabeti söz konusudur.
İki tarafın da kendi vizyonu doğrultusunda oyun kurmaya çalışırken karşı tarafın hamlelerine ‘oyun bozucu’ müdahalelerde bulunduğu gözleniyor. İsrail, müstakbel Türk askeri üs sahalarını daha proje aşamasında bombalayıp imha ederken HTŞ yönetimi de Alevi katliamı yaparak, Dürzi bölgesine saldırarak ve Rojava’yı tehdit ederek İsrail vizyonunu baltalıyor.
Kudüs değil Kobanê
Bölgesel güç mücadelesi merceğinden bakıldığında Türkiye ve HTŞ gibi iki silahlı gücün kıskacı içinde olduğu izlenimi veren Suriye Kürtleri ve SDG, oldukça zor durumda görünecektir. Ama bu, yanıltıcı bir görüntüdür çünkü SDG, Suriye’nin en donanımlı askeri yapılanması olmak yanında köklü uluslararası bağlantılara ve diğer Suriye halkları nezdinde prestijli bir öz-yönetim modeline sahip. ABD’li yetkililer SDG’yi müttefik güç olarak tanımlarken İsrail de zaman zaman Suriye Kürtlerini koruyucu beyanlarda bulunuyor.
Bu manzara, Türkiye-İsrail anlaşmazlığını da izah eder nitelikte. Kudüs, Erdoğan ve temsil ettiği siyasal İslamcılık nezdinde de Netanyahu ve temsil ettiği Siyonizm açısından da gerçek bir ‘dava’ olabilir; ama Türk ‘devlet aklı’ için gerçek sorun Kudüs değil Kobanê’dir. Mesele Gazze de değil, Rojava başta olmak üzere Suriye hakkında iki ülkenin vizyonları arasındaki uyuşmazlıktır. Türkiye kamuoyu içinde İsrail karşıtı tansiyonun körüklenme nedeni, Filistin davası değil Kürdistan davasıdır.
Türk devletinin ‘İsrail sorunu’, statü sahibi bir Kürt topluluğuyla barış içinde bir arada yaşamayı kabullenmenin zorluğundan kaynaklanıyor. Rojava üzerine Güney Kürdistan’da (Kuzey Irak) olana benzer bir tanıma gerçekleşse, Kürtlerle birlikte Türkiye’nin de güçlenmesi kuvvetle muhtemel. Ama bu yol, ısrarla seçilmiyor; seçilemiyor. Dışarıdan oldukça basit görünen bir siyasi manevra, konu Kürtler olunca zorlaşıyor; köklü bir zihniyet dönüşümünü gerektiriyor.
İsmet İnönü, 1935’te yaptığı resmi şark seyahati sonrasında hazırladığı ‘çok gizli’ ibareli Kürt Raporu’nda, asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden duyduğu endişeyi ifade etmişti. Kürdistan fikri hakkında bu travmatik algı, en az 90 yıldır Türk politik kimliğinin psişik yapısını belirlemeyi sürdürüyor. Zihniyet dönüşümü, bu derinliklerden başlamadıkça imkânsız görünüyor.
‘Terörsüz Türkiye’ inisiyatifi, bu yolda önemli ama daha adından başlayarak sorunlarla dolu bir hamle. Türk devlet zihniyetini, Ortadoğu’nun oluşum aşamasındaki yeni siyasi manzarasına, özellikle de Kürdistan gerçekliğiyle uyumlu şekilde güncellemek, radikal bir ideolojik tadilatı gerektiriyor. Türk ‘devlet aklının’ format atılarak yeniden-programlanma vakti gelmiş olabilir.
Dostoyevski, bir köyü yakan anarşistlerin eylemi üzerine şunları söylemişti: “Yangın evlerin çatısında değil insanların kafasında.” Bu sözü akılda tutmak gerekiyor çünkü devlet aklıyla birlikte resmi ve yarı resmi manipülasyon mağduru milli öfkenin de yatıştırılması, soğutulması gerekli. ‘Kafalardaki yangın,’ hemen söndürmek mümkün değilse de acilen kontrol altına alınmayı bekliyor.