Açık ki, yeni paradigmanın hayat bulması, inşası çokça vurgulandığı üzere, halkın katılımıyla, öncülüğü ile gerçekleşecektir. Yoksa üstten birilerinin topluma doğruları söylediği, toplumun da uyguladığı bir süreç olmayacaktır
Ali Sinemilli
Barış için Toplumsal Girişim’in İstanbul’da gerçekleştirdiği ‘Barışın Yolunu Açmak’ konulu konferanstan yansıyanlar bir kez daha şapkayı önümüze koyup düşünmenin şart olduğunu gösteriyor. Şüphesiz, Konferansın katılımcıları, yapılan konuşmalar ile ilgili denilecek bir şey yoktur. Uzun bir aradan sonra, ilk defa, bu nitelikte ve renklilikte bir katılımcı profilinin bir araya geldiğini, birlikte çözümü tartıştığını söylemek mümkündür. Bülent Arınç’tan Hikmet Çetin’e, Gültan Kışanak’tan Fatma Bostan Ünsal’a kadar birçok farklı görüş ve düşünceden, farklı inanç ve etnik yapıdan şahsiyetin konferansta bir araya gelmesi, gelmeyenlerin de mesaj göndermesi değerlidir ve öyle de yaklaşmak gerekir.
Yine konuşmaların içeriğine bakıldığında oldukça önemli değerlendirmelerin yapıldığı, sorunun çözümü konusunda ciddi bir inisiyatifin alındığı aşikâr. Mesela, Rıza Türmen’in ‘bu süreçte CHP sadece destekleyici değil, aktif bir biçimde çözüm önerileri sunan bir aktör olmalı’ tespiti, hakeza, Tülay Hatimoğulları’nın ‘Bu yarayı sarmanın yolu inkardan değil tanınmadan, bastırmadan değil demokratikleşmeden, yasaktan değil adaletten geçer’ vurgusu önemlidir. Diğer konuşmacıların da çok kıymetli görüş ve önerileriyle bu girişime güç verdikleri, katkı sundukları tartışma götürmez.
Sorun olan, bizce sorun olarak değerlendirilmesi gereken husus konferansın yapıldığı salonun boş olmasıdır. Abartılı gibi görülebilir, fakat konferanstan yansıyan görüntüler bu biçimdeydi ve bu da yapılan tartışmaları büyük oranda gölgeleyen bir rol oynadı, denilebilir.
Düşünün ki, ülkenin en önemli sorunu olan Kürt sorununu ve bunun barışla nasıl neticeleneceğini konuşuyorsunuz, konuşanlar da kamuoyunun bildiği, tanıdığı isimler, dolayısıyla bu yönüyle de dinleyicisinin, izleyicisinin çok olacağı bir konferans, fakat salonda bunun tam tersi yönünde bir görüntü mevcut. Ön sıralarda birkaç kişi ya var ya yok. Ki, gündemi söz konusu olduğunda, oldukça küçük sayılabilecek bir salondan böyle bir görüntü veriliyor.
Mesela, merak konusu olan, konferans halka açık mıydı değil miydi? Eğer değilse ve konferans sadece belli davetliler ile sınırlı ise bir nebze görüntüye anlam verilebilir. Fakat halka açık bir konferans ise, o halde verilen bu görüntünün manası nedir?
Açık ki, konferans katılımcıları da önemli olanın barış talebini toplumsallaştırmak olduğu konusunda hemfikirler. Konuşan, mesaj gönderen hemen herkesin ortak vurgusu ‘Barışın başarıya ulaşması için halkın sürecin öznesi haline getirilmesi’ yönünde. Yani konferans katılımcıları da barış olacaksa halkın katılımı ile olur, onların konuşması, fikrini beyan etmesi ile olur, aksi durumda barışı sağlamak zordur diyorlar.
Tuhaf olan bu sözleri söyleyenlerin ortaya çıkan bu görüntünün de sorumlusu olmaları. Halkın katılımı için yeterli enformasyon çalışması yapmadan, bunun için özgün bir çalışma yürütmeden, kendiliğinden o salona birilerinin gelmeyeceği aşikâr.
Dikkat edelim, içinden geçtiğimiz süreç, en fazla da halkın katılımını önceleyen bir süreç oluyor ve Önder Apo’nun 27 Şubat tarihli ‘Barış ve Demokratik Toplum’ çağrısı da esasen buna odaklanıyor. ‘Barış ve Demokratik Toplum’ çağrısının özünde bir toplumsal inşaya davet, toplumu yeniden kurma çağrısı olduğu, bunun için de halka gitmenin, halkla birlikte bu süreci ilerletmenin şart olduğu görülüyor. Halkı katmadan, yürüyen süreç konusunda yeterince aydınlatmadan, halkı bu sürecin öznesi haline getirmeden yapılacak tartışmaların sonuç almayacağı geçmişte fazlasıyla görüldü.
Malum! Bugün de farklı toplumsal kesimler ‘ne barışı, görmüyor musunuz iktidara en basit bir eleştiri yapanlar bile tutuklanıyor, cezaevlerine atılıyor’ diyorlar. Ki, ortaya çıkan bazı örneklerin bu algıyı fazlasıyla beslediği de su götürmez. İşte, günübirlik, dijital medyada, şurda burda iktidarı eleştiren, muhalefet edenlerin tasfiyesine ilişkin haberler paylaşılıyor.
Dolayısıyla toplumu barışa inandırmak, yeni toplumsal inşanın bir parçası haline getirmek, bu konuda harekete geçirmek planlı-örgütlü bir faaliyeti gerekli kılıyor. Unutmayalım ki, Önder Apo da yeni paradigmanın inşasından söz ederken, daima halkın katılımının olmazsa olmaz olduğunu vurgulamakta, aksi halde değişim ve dönüşümün mümkün olmadığını dile getirmektedir.
O halde, bu tür organizasyonları planlarken, bütün bu hususları da göz önünde bulundurmak, izleyenin, takip edenin farklı algılara kapılmasının önüne geçmek gerekiyor. Açık ki, yeni paradigmanın hayat bulması, inşası çokça vurgulandığı üzere, halkın katılımıyla, öncülüğü ile gerçekleşecektir. Yoksa üstten birilerinin topluma doğruları söylediği, toplumun da uyguladığı bir süreç olmayacaktır. Hatta şu da söylenebilir; bu tarz tam da eleştirisini yaptığımız, aşmak için canla başla mücadele ettiğimiz eski paradigmanın yol ve yöntemlerini sürdürmek, yeniye girmemek olur ki, buna hiç kimsenin rıza göstermesi düşünülemez.