Yönetmenin kendi ailesinde yaşanan bir cinayeti konu alarak çektiği Aidiyet filmi, mekan aşk ve aidiyet duygusu üzerine kurulu. İzleyiciyi mekan, aşk, saplantı ve aidiyet üzerine birçok soruya yönlendiren film, sorularla baş başa bırakıyor
Safiye Alağaş/ İstanbul
Aidiyet, Boğaziçi Film Festivalinde izleyiciyle buluştu. İzleyici kitlesinin genç ve öğrencilerden oluşan film, geçtiğimiz Şubat ayında 69. Berlin Film Festivali’nde (Berlinale) dünya prömiyerini yaptı. Bunun yanı sıra birçok festivale katıldı. Filmin yönetmeni Burak Çevik, kendi ailesinde yaşanan gerçek bir cinayeti konu alıyor. Yönetmenin anneannesi 2003 yılında öldürülmüş, teyzesi ve sevgilisi ise bu cinayetin ardından yargılanarak, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlar. 72 dakika uzunluğundaki “Aidiyet”in başrollerinde Çağlar Yalçınkaya ve Eylül Su Sapan oynuyor
Sevgilisi Pelin ile nasıl tanıştıklarını, neler yaşadıklarını ve ilişkilerinin cinayete kadar nasıl gittiğini anlatıyor. Bütün bunları erkeğin sesinden dinlerken, deniz kıyısı, kurbanın yaşadığı ev, apartmanın merdivenleri, yatak gibi yer, mekan ve eşyalar görülüyor. Görüntülerin arkasından gelen sesi dinlerken izleyici olayları hayal ediyor. Bir süre sonra kişide video roman hissi uyandırıyor.
Erkek karakter olayları anlatırken soğuk ve tek düze bir ses tonuyla karşı karşıyayız. Sürekli neden ses tonu hiç değişmiyor? Bu kadar ‘soğuk bir ses tonuyla insanlar nasıl izler bu filmi’ sorusunu sormadan geçemedim. Yönetmen her şeyi izleyicinin hayal gücüne bırakmış. Eğer hayal gücünüz güçlüyse, anlatılanlardan güzel bir film izlersiniz. Bir süre sonra filmin tam bittiğini düşünürken, filmin ikinci kısmı başlıyor. Bu kez de filmin geçtiği mekanlarda oyuncuları görüyoruz. Bu iki kişinin nasıl tanıştığını ve cinayet planlarına tanıklık ediyoruz. Filmin ana teması ortada bir cinayetin olması. Cinayet olmasına rağmen kanı hiç görmüyoruz. Bıçaklanarak öldürülen ve kanlar içinde kalan bir kadın var. Biz böyle bir sahneyi hiç görmüyoruz. Bunlar anlatılırken, birden bunları hayal ederken buluyorum kendimi. Bir barda tanışan Pelin ve sevgilisi, tek gecelik ilişkiden sonra birlikte olmaya devam ediyorlar.
Aşk mı, saplantı mı?
Kadın bir süre sonra ayrılmak isteyince erkek, ‘ayrılırsan intihar edeceğim’ diyor. Asıl olaylar buradan sonra başlıyor. Sevgilisinin saplantılı bir duygu içinde olduğunu gören kadın ona anne ve babasını öldürmesi halinde birlikte olmaya devam edeceğini söylüyor. Bu sözden sonra erkek hiç tereddütsüz teklifi kabul ediyor. İnsan öldürmeye karar vermek bu kadar basit ve sıradan olamaz diye düşünüyoruz. Neden böyle anlatmış sorusunu soruyoruz? Burada bir kadın tarafından terk edilmekle yüz yüze kalan bir erkeğin neler yapabileceği gerçeğini görüyoruz. Türkiye’de birlikte olduğu erkekten ayrılmak istediği için her gün öldürülen kadınları düşündüğümüzde bu cinayetin de bunlardan bir farkı olmadığını görüyoruz. Erkek egosunu yenilgiye uğramaması için sevgilisinin cinayet işleme teklifini hiç düşünmeden kabul ediyor. Bir erkeğin aşktan ziyade egosunu ayakta tutma mücadelesine veriyor. Filmin sonuna ‘doğru sevginin saplantılı hali böyle mi, gerçekten cinayet işletebilir mi’ sorularını yine kendimiz cevaplıyoruz. Evet cinayet işletir hatta sevdiğini iddia ettiği kadını dahi öldürmeye kadar götürür. Ki her gün benzer olaylara tanıklık ediyoruz. Bu sevgi midir? Tartışılır tabi. Cinayeti işledikten sonra sevgilisi ile birlikte cenaze törenine katılıyor. Mezarlık çıkışı ikisi de gözaltına alınıyor. Daha sonra anlıyoruz ki bu anlatılanların hepsi gözaltı sürecinde anlatılıyor. Ses tonunun ve soğuk ve tek düze olmasının nedeni bir cinayeti işledikten sonra itirafın getirdiği soğukluk. Zayıflıklar üzerinde kurulan bir ilişki cinayet işlemeye kadar götürüyor. Zayıf karakterleri görüyoruz, ancak nasıl bir zayıflık? Burada zayıf olan kim? Soruları izleyicinin karşısında duruyor.
Neden aidiyet?
Filmin sonuna doğru ‘bu filmin aidiyet duygusu ile alakası nedir’ diyorum. Aidiyet ile ilgili bir şey göremiyorsun. Daha sonra anlıyorum ki öldürülen kadın yönetmenin anneannesi ve olaydan sonra ilk kez kadının öldürüldüğü apartmana gidiyor. O güne kadar o apart ve apartman dairesi onun için önemsiz bir yer. Tesadüf sonucu okuduğu iddianamenin ardından bu apartmana gidiyor. Apartmanın önüne gittiğinde aidiyet duygusu ortaya çıkıyor. Önemsiz olan bir mekan, aslında onun geçmişini barındırıyor. Anneannesinin geçmişini barındıran bu apartman, onun çocukluğu, kişisel tarihini barındırıyor. Apartmana gittikten sonra teyzesi ve sevgilisinin tanıştığı mekan ile olayların anlatıldığı yerlere bir yolculuk başlatıyor. Bazen hiç görmediğimiz ama bizim hayatımızı ilgilendiren mekanlar, eşyalar objeler aslında bizim geleceğimizi şekillendiriyor. Bütün bunlar kişisel tarihimizin aslında sadece bizim yaşadıklarımızdan ibaret olmadığını gösteriyor. Kelebek etkisi gibi yakınlarımızın yaşadıkları, gittikleri yerler bizim de kişisel tarihimizi barındırıyor. Yönetmen belki de bu nedenle hiç görmediği yerlere gittiğinde buraya ait olduğunu geçmişinin bir parçasının buralarda olduğunu hissettiği için filmine “Aidiyet” adını veriyor. Kendisi de bir mülakatında mekanın bellediğine inandığını söylüyor. Buralara giderken, mekanın belleğini nasıl ortaya çıkaracağını öğreniyor. Kısacası sorularla dolu bir film. Yönetmen bütün bu soruların cevabını izleyiciye bırakıyor. Cevabı bulmak da izleyiciye kalıyor.