Faruk Eren ile 2019’da çıkan ‘Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi’ kitabını; 70 ve 80’ler Türkiye’sinin kabuk bağlayan yaralarını, kayıplarını, abisi Hayrettin Eren’i, annesi Elmas Eren’i, şimdiyi ve ‘o zamanları’ konuştuk
Meltem İnci
“Bunca yere düşmüşlerden,
Yenilmez bir hayat doğar:
Bir tek beden olur,
Analar, bayraklar, çocuklar,”
Pablo Neruda
“Öldürülen arkadaşlarımızın anısına…” diye başlıyor kitap. İlk sayfalarda bir gecikmişlik telaşı var ama ardından bu “kitabın demlendiğine” yorumlanıyor. Sayfaları çevirdikçe 1970’li yıllarda gezmeye başlıyoruz. Mekânımız Hasköy. Şimdilerde yüksek yüksek binaların yapıldığı Haliç kıyısında bir semt. İstanbul’a her yıl karın yağdığı ve kar yüzünden hayatın durduğu zamanlara denk geliyor. Şimdilerde öyle yağan karlar sohbetlerde sıcak bir anı olarak geçse de kitabın satır aralarında kayıplarının acısını yaşayanlar, taptaze bellekleriyle karşımıza çıkıyor ve bir zamansızlık halinde sessizce geçmiyor diyor.
Sayfaları çevirdikçe yolculuğumuz devam ediyor. Hayrettin Eren’in çocukluk yıllarına gidiyoruz. Muzır çocukluk yılları bir nevi. Oldukça gülümsetiyor. Ardından Hayrettin Eren artık yavaş yavaş satır aralarından çıkarak özne durumuna geliyor ve devrimci kişiliğinden ziyade başka yönleriyle karşımıza çıkıyor. Elektrik işlerinde çok becerikli, çok güzel resim yapıyor. Uykusu da bir hayli ağır. Gitar çalabiliyor, karikatür dergileri okuyor. Evimizden biri gibi. En içten, en doğal anlarına tanık oluyoruz.
Direksiyonu sancılı zamanlara doğru kırarak, yolculuğumuza devam ediyoruz. İşkenceler, içeri girenler, yaşamını yitirenler ve kaybedilen koca bir kuşak… Bilinen nedenler, alışılagelmiş tanıklıklar ile artık sayfalar çevrilirken boğazlar düğümlenmeye başlıyor. Bu kitabın sonu kötü bitiyor. Bazen duraksıyoruz. Kitap bitmezse sanki olan biten bilinmeyecekmiş gibi hissediyoruz ancak nafile. Koca bir kötülük ile tekrar tekrar yüzleşiyoruz. Yaşamamış, kıyısından geçmemiş olsak bile çok içten hissediyoruz.
Arka kapakta yer alan satırlarsa içimizden geçenleri birer birer yazmış gibi.
“İçeri girenler, ölenler, sağ kalanlar, sağ kaldığına üzülenler, gençliklerini faşizmin hapishanelerinde geçirenler, içeri giremeyenler, işkence görenler, işkencede konuşanlar, konuşmayanlar, mülteci olanlar… (…) Son yok. Son da Hayri gibi kayıp. Nasıl olsun ki? Hayri yok, devrim yok… Kayıpları aramaya devam ediyoruz. Geçmişe ağlamak fayda vermez. Biliyorum… Ama Hayri ve onun gibi devrimciler yaşasaydı burası başka bir ülke olurdu, bunu da biliyorum.”
“Ölüm kolay kabullenilmiyor mezar olmayınca” yazıyor bir satırda. Hayrettin Eren’in gözaltına alındığı ve üzerinden ayların geçtiği zamanlarda. Ağır ve tükenmek bilmeyen bir arayış. Tarihin en kara defterlerinden.
Gazeteci yazar Faruk Eren’in “Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi – Bir Zamanlar Hasköy’de” kitabı 2019 yılında İletişim Yayınları’ndan çıktı. Eren ile kitabı yazma aşamasından abisi Hayrettin Eren’e, annesi Elmas Eren’in kitabı ilk okuduğunda hissettiklerine, şimdinin ve “o zamanların” Türkiye’sine uzanan geniş bir söyleşi yaptık.
Klasik ama önemli bir soruyla başlamak istiyorum, yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
1970’li ve 80’li yıllar sol hareket için çok hareketli ve acılı geçti. Aslında arkadaşlarımızla oturduğumuz zaman ya bu yılların muhasebesini yapmaya çalışıyorduk ya da anılarımızı, kaybettiğimiz yoldaşlarımızı konuşuyorduk. Aslında bu dönemi anlatmak tarihe karşı da bir görevdi benim için. Çok erken yaşta kaybettiğimiz sevgili arkadaşım Necdet Saraç yazmam için çok teşvik etti beni. Biraz da onun da zorlamasıyla ilk notları almaya başladım.
Aslında anı kitabı yazmak, yaşananlar tekrar hatırlandığı için zordur. Özellikle bu bir acıya tanıklık ediyorsa. Siz zorlandınız mı?
Bu kadar çok ölümün, işkencenin anlatılması elbette çok acılı bir süreç. Bu, sadece benim için değil kitabı hazırlarken konuştuğum, röportajlar yaptığım kişiler için de böyle. Kabuk bağlamış yaralar yeniden kanadı. Birçok röportaj nemli gözlerle sona erdi. Yazan ben olduğum için bunu daha fazla yaşadım sanırım.
Kitabınızda bir gecikme duygusundan bahsediyorsunuz ve bundan oldukça etkilenmiş gibi duruyorsunuz. Hatta bilgisayardan üç kere yazıların uçtuğunu anlattığınız kısımda uzunca gülümsedim. Neden gecikti peki?
Aslında az önce söylediğim nedenlerle muhtemelen. İki bilgisayarın bozulması, birinin çalınması gibi teknik nedenlerin dışında bu acılı süreci kâğıda dökmekten kaçındım galiba hep. Bir de işlerin yoğunluğu da etkili oldu sanırım. Ama yine de bu aktarım çok daha önce yapılmalıydı diye düşünüyorum. Bir arkadaşım bu gecikmenin iyi bir şey olduğunu, “kitabın demlendiğini” söyledi. Belki de haklıdır.
Gelelim Hasköy’e… Kitabınızda derin bir anlamı var bu semtin. Biz de sizinle 80’ler öncesi geziyoruz o sokaklarda, babanızın rakı içtiği meyhane de oldukça merak edilesi bir yer oldu benim için. Özellikle aslında Hasköy’den yola çıkarak dönemin siyasal, etnik, sosyal dönüşümüne de tanık olduk. Her mekânın bir hafızası var derler. Hasköy de tam olarak öyle bir yer mi?
Tabii ki 40 yıl çok şeyi değiştirdi. Örneğin sözünü ettiğiniz meyhaneyi asla göremeyeceksiniz. Çünkü Haliç kıyısı neredeyse tamamen yıkıldı ve oradaki mekânlar artık yok. Hasköy’deki değişimin en önemli nedenlerinden birinin semtteki fabrikaların yıkılması, tersanelerin boşaltılması olduğunu düşünüyorum. Semte renk katan işçiler, fabrikalar artık eskisi kadar yoğun değil. Hâlâ daha bir yoksul semtidir Hasköy ama dediğim gibi fabrikaların kapanması büyük değişikliklere neden oldu. Eskiden oturduğumuz kahvehaneler de yok. Ama yerine yenileri açılıyor, meyhanelerin de öyle. Ama yine de eskiden büyük izler taşıyor. En azından dolaşırken “Şu duvara şu sloganı yazmıştık, bu marketin yerinde eskiden bizim takıldığımız kahvehane vardı” diyoruz. Ama biliyoruz ki kendine muhafazakâr diyen yönetim hiçbir şeyi muhafaza etmiyor. Tam tersi eskiye ait ne varsa yok etmeye çalışıyor. Örneğin Hasköy’ün eski evleri kaderlerine terk edilmiş durumda. Yıkılıp yerine çirkin apartmanlar dikiliyor. Ama şöyle bir durum da var, aradan geçen onlarca yılda Hasköy’den taşınmak zorunda kalanlar bile semtten kopamıyor, hafta sonları ya da arada bir semte gelip eski arkadaşlar buluşuyor, sohbet ediyorlar.
Kitabın en önemli noktası da Hayrettin Eren. Onu bir gün odasında arkadaşlarıyla hararetli bir şekilde politik konuşmalar yaparken görüyoruz satırlarınızda, başka bir anda uykusunun çok ağır olduğunu ya da gitar çaldığını öğreniyoruz. Resim yeteneğinin çok güçlü olduğunu da artık biliyoruz. Yani bir nevi Hayrettin Eren’le evin içinde bir odada vakit geçiriyor gibiyiz. Bu samimiyeti satırlara yansıtmak kolay olmasa gerek?
Doğrusu ne gördüysem onu yazmaya, ne hissettiysem öyle yazmaya çalıştım. Az önce de söylediğim gibi zaman zaman çok zorlandım. Ama abime ilişkin anlattıklarımda abartı yok. Birçok arkadaşıyla röportajlar yaptım. Benim hatırlamadıklarımı onlar hatırlattı. Ya da annem ve ablamlarla uzun uzun konuştuk. Samimiyet konusunda sanırım başarılı da oldum. Çok olumlu tepkiler aldım okuyanlardan. Zaten iki yıl içinde de dört baskı yapması okuyanların bu samimiyete inandığını da gösteriyor.
Bir satırda “Her şeyle dalga geçebilirdik” demişsiniz. Hatta Hasköy devrimcilerinin başka mahallenin devrimcileri tarafından garipsendiği bir bölüm de var. Hasköy devrimcilerine özgü bir şey miydi bu yoksa dönemin genel atmosferi mi böyleydi?
60’larda başlayan 70’li yıllarda çığ gibi büyülen sol hareket çok renkliydi. Hasköy gibi renkli mahalleler bu harekete kendi kültürlerini de taşıyordu. Aslında sadece Hasköy’de değil, ülkenin birçok yerinde benzer şeyler yaşandı. Mücadele sertleştikçe devrimciler de sertleşiyordu doğal olarak. Ama buna rağmen bu tür semtlerin gençleri her şeye rağmen gülebiliyor, güldürebiliyordu.
Bunca şeyi hatırlamak, hafızayı diri tutmak zordur. Siz bu anı kitabını güçlü bir hafızaya mı borçlusunuz yoksa yaşananların ağırlığına mı?
Kitabı yazarken o dönemi yaşadığımız birçok arkadaşımla defalarca konuştuk. Yaşadıklarımıza değer veren, önemseyen bir kuşağız. Bir tür kolektif bir hafızanın ürünü kitap. Ama bir Çerkes atasözü vardır: Atını kaybedenin kulağından nal sesi eksik olmaz! Sonuçta kitabın ekseninde gözaltında kaybedilen bir devrimci, Hayrettin Eren var. Hem biz ailesi olarak hem de yoldaşları onunla ilgili her hatırayı özenle koruduk, korumaya çalıştık. Çok eskilerde kalan şeylerin bu kadar detaylı hatırlanmasında yaşanan bu travmatik durumun da etkisi vardır sanırım.
Anneniz Elmas Eren’in de önemli bir yeri var kitapta. Kitabı okuyabildi mi? Okuduysa hisleri neydi?
Annem kitabı okudu. Hatta şöyle bir konuşmamız olmuştu İletişim Yayınları’ndan Tanıl Bora ile. Kitapta bazı bölümlerin elden geçirilmesi, geliştirilmesi gerekiyordu. Ben bir an önce basılmasını istedim. Çünkü annem çok yaşlıydı, onun görmesini istiyordum. İyi ki de öyle yapmışız. Kitabın ilk sayfalarını çevirdiğinde birtakım hatalar, tashihler bile gördü. Sonraki baskılarda düzelttik onları. Kitabı beğendi. Hatta eşe dosta, akrabalara da dağıttı.
Günümüze gelelim biraz da. 80’ler öncesi Hasköy’den bugüne Türkiye’de bir şeyler değişti mi? Kitap bir köprü niteliği taşıyor mu?
Ne yazık ki kitapta anlatılan sol hareket artık eski görkeminde değil. Türkiye her geçen gün bunun eksikliğini daha da fazla hissediyor bence. Kitabın gecikmesi böyle bir köprüyü kuramıyor ne yazık ki. Araya neredeyse iki devrimci kuşak daha girdi. Ama beni sevindiren genç solcuların da kitabı ilgiyle okuması oldu. Belki de bu tür kitapların yazılması için zamana da ihtiyaç vardı. Son yıllarda 70’li, 80’li yılların devrimci kuşağına ilişkin çok sayıda anı kitabı çıktı. Umarım bunlar daha fazlalaşır. O dediğiniz köprüyü kurar. Sadece bir semti anlatan kitabın bu köprüyü kurması zor.
Halihazırda fikir aşamasında olan ya da hayata geçirmeyi planladığınız yeni bir çalışmanız var mı?
Evet, yine 70’li yılların sol hareketiyle ilgili iki kitap yazmayı düşünüyorum. Daha doğrusu çalışmalarına da başladım. Ancak başka illere gidip röportajlar yapmam gerekiyor. Bunun için de salgının geçmesini beklemem gerekiyor. Çünkü artık bu kuşağın çoğu 60 yaşın üzerinde. Onları da riske atmamam gerekiyor. Umarım bu yıl sonuna kadar planladığım çalışmalardan en azından birini tamamlarım.
Çiçeklerle donatılacak bir mezar…
1954 doğumlu Hayrettin Eren, 1970’li yıllar boyunca sosyalist hareket içinde yer aldı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 21 Kasım 1980’de babasına ait otomobille Haşim İşcan geçidine geldi. Burada gözaltına alınarak Karagümrük Karakolu’na götürüldü.Ailesi, gözaltı olayını öğrenince gittiği Karagümrük Karakolu’ndaki gözaltı defterinde Hayrettin Eren’in adını gördü. Karakol yetkilileri Hayrettin ve aynı operasyonda yakalanan 8 kişinin Gayrettepe’deki Siyasi Şube’ye götürüldüğünü söyledi. Hayrettin Eren’in annesi Elmas Eren, Gayrettepe’deki polis binasına gittiğinde kapıdaki polisler ona “Burada Hayrettin Eren diye biri yok, gözaltına alınmadı” dedi. Ancak Elmas Eren siyasi polis karargâhının bahçesinde otomobillerini gördü. “İşte arabamız burada, oğlum da burada olmalı” diye ısrar edince oradan tartaklanarak uzaklaştırıldı. Elmas Eren, Karagümrük Karakolu’na döndüğünde gözaltı defterinde Hayrettin Eren’in adının yazılı olduğu sayfanın yırtılıp yok edildiğini gördü. Tekrar Gayrettepe’ye gittiğinde artık otomobilleri de orada değildi. Hayrettin Eren ile birlikte gözaltına alınan 8 kişi çıkarıldıkları askeri mahkemelerde Hayrettin’in de kendileriyle birlikte olduğunu, onun da kendileriyle birlikte yargılanması gerektiğini söylediler, ancak hiçbir yanıt alamadılar. Ailesi başvurduğu tüm makamlardan “Hayrettin Eren gözaltına alınmadı” cevabını aldı. Oysa onu günlerce Gayrettepe’deki siyasi şubede görenler var. Tanıklar Hayrettin’in günlerce ağır işkencelerden geçirildiğini anlattı. Mahkemeler tanıkların ifadelerini bile almadı. Eren’in ailesi ve arkadaşları, 21 Kasım 1980 tarihinden itibaren kendisinden haber alamadı.
39 yıl bitmeyen arayış
Hayrettin Eren’in annesi Elmas Eren, 19 Ağustos 2019’da yaşama veda etti. Anne Eren, oğlu Hayrettin’in kemiklerini 39 yıl aradı ancak hiçbir sonuç alamadı. Elmas Eren, Cumartesi Anneleri’nin 2011 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığı görüşme sırasında söylediği “Çiçeklerle donatacağım bir mezarım olsun istiyorum” sözüyle hafızalarda yer edindi.