“Yıldızlar ateşböceği sanılmaktan korkmazlar” der Tagore. Gerçekten ateşböceği sanılmaktan korkmuyor muyuz? Sanmıyorum, her birimiz yoklayalım kendimizi, gayri resmi tarihimizi, gerçekten öyle miyiz? Sanırım en büyük korkumuz, olduğumuz gibi görünmek. Kalbimizin, gerçek kimliğinin fark edilmesi, ince naif yönlerimizin keşfedilmesi, bizi rahatsız eder çoğu zaman. Kimi anlardaki cesaretsizliğimizin anlaşılması ya da korkularımızın sezilmesi, yüzümüzü kızartmaz ama çevreden sezilmesi korkularımızın en büyüğü. Sonrası dengeyi ve kendimizi korumak adına giyindiğimiz roller, taktiğimiz maskelerdir.
***
Kabuklarımız ve kalkanlarımız vardır bizi koruyan, onların ardında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ne kadar da koruyoruz kendimizi. Hissedilmeden, el değmeden. İstiridyeler, midyeler, kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
Ellerimizin, beynimizin ve yüreğimizin arasından kayıp gider zaman. Oysa ona yetişmeye, onunla yol almaya ne çok istekliyizdir. Yüreğimizde nice kaygılar barındırırız ama yine de yol almaktan vazgeçmeyiz. Çevremizde birçoğu bizim gibidir. Biliriz. Biliriz de yine yalnız hissederiz kendimizi. Bizim gibi acı çeken, yaşama yetişmeyenler oldukça adımlarımızdan daha da eminizdir. Sanki bizim gibi acı çekenlerin varlığını hissettikçe azalır acılarımız. Kim bilir belki de bu yüzdendir sevinçlerden çok acıları paylaşmamız. Öyle ki bizi bizden eder davranışlarımız. Etrafımızda kendi sesimizi bastıracak türden gürültü türetiriz. Çünkü kendi sesimizi duymak korkutur bizi. Asıl korkutan da kısıtlı zamanımızdır. Durmak, kendimizle kaldığımız anlardır. Onun için hep bir koşuda gibiyiz.
Çünkü kendimizle kalmak korkunçtur. Çünkü kendimizle kalırsak ne çok şeyi ıskaladığımızı, ne çok şeye yetmediğimizi fark edeceğiz. Belki de bu yüzden gidenlerin bizde bıraktığı o ezgiyle yeni gelenleri karşılıyoruz. Belki de bu yüzden ne kadar dolu yaşıyor olsak da hep bir şeyleri yarım bırakıyoruz.
Benim günahım yok, öyle söylüyor saatin tik-takları. Akrebin yelkovanları. Ama siz siz olun usturuplu sözler yazacağım diye çırpınan sayıklamalı köşe yazarlarına kanmayın.
Okuyun ama kendinizi dinleyin. Onlar lafı binbir yolla anlatamayan kalem abdallarıdır. Bu noktada belki de bize düşen, sözcükleri götürüp darphaneye teslim etmektir. Bir noktadan sonra sözcüklerin fazla bir anlam içermediğini, sözgelimi gözlerin sözcük ve kavramlardan daha çok anlam ifade ettiğini veya hiç olmazsa yalan söylemediğini biliriz ama nedense gece yarısındaki düşlere erteleriz bakışlarımızı ve duygularımızı. Yüreğimizin beynimize küsmesi de bu minval üzere. Bu, kendimizden kaçmak değil mi?
***
Olmak istediğimiz gibi olamıyoruz, oysa bizi güçlü kılacak kadar acı deneyimlerimiz, insan kılacak kadar hüznümüz, duyarlılığımız ve umudumuz var. O zaman nedir bunca kabuk ve kalkan? Gerçekten koruyor mu, yoksa incitiyor mu bizi! Kimliğimizi ve benliğimizi kilitli kapıların ardına kilitlemezsek, o sert kabuklarımızın ve kalkanlarımızın ağırlığından kurtulabilirsek içimizdeki çocuk bir kuş gibi kanatlanacak. Güven duygusuna bu denli ihtiyaç duymazsak, kırılmaktan, dökülmeden korkmazsak, gerekirse incinsek, yaralansak ne çıkar bir darbe daha alsak. Açsak kendimizi, kırsak o kabuğu. Denesek, risk alsak, yanılsak, gerekirse yenilsek yeniden. Belki o zaman ayrımına varacağız içimizde neler biriktirdiğimizin. Kaybolan değerlerimizi. Ve onları ne kadar özlediğimizi.
Kimdi anımsamıyorum, ama ne dediği hep aklımın bir köşesinde; “ormanda yol ikiye ayrılıyordu ve ben daha az geçilmişini seçtim, işte tüm fark buradan doğdu” diyordu.
Evet, korumuyor o kabuklar, o kalkanlar. Aksine zarar veriyor bize. Bizi bizden uzaklaştırıyor. Bizi bize mahkum ediyor.
Oysa yoklasak benliğimizi. Her birimiz birer yıldızız. Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.