İlayda Alkaş, 22 yaşında, hamileydi ve dini nikahlı eşi tarafından Diyarbakır’da, bir binaya girerken öldürüldü.
Helin Eren, 19 yaşında ve sekiz aylık hamileydi. Dini nikahlı eşi Siyabend Şeker tarafından Diyarbakır’da öldürüldü.
İlayda ve Helin’i öldürenler yakın arkadaştı.
Sibel Yalçın, 42 yaşında kayınpederi tarafından Diyarbakır’daki evinde öldürüldü.
Ayşe Tokyaz, 22 yaşında üniversite öğrencisiydi. Cansız bedeni bir valizin içinde yol kenarında bulundu. Fail eski polis memuruydu.
Bu kadınların isimleri, yüzleri ve hikayeleri vardı, artık yoklar.
Bir ay içinde sadece bildiğimiz iki şehirde, sadece bildiğimiz dört kadın öldürüldü.
Ama bu satırlar bize, size ve sana tanıdık geliyorsa asıl korkmamız gereken budur.
Çünkü öldürülmelerine değil buna alışmış olunmamıza korkmalıyız. Kadınların öldürülmesi artık “olağan kayıp” haline geldi. Duyarlılık eşiğinin düşmesi ile kolektif empati felci yaşanıyor. Ölüm, cinayet artık hayatın rutinine karıştı. Helin’in 19 yaşında hamileyken öldürülmesi bir infiale değil, drama dönüştürülüyor. Bu bir istatistik değil, artık bir cinayet değil, toplumun çöküşünü anlatır. Bu da sadece politik bir çöküş değil, ontolojik bir krizdir. Çünkü, insan ölüm karşısındaki bilinciyle var olur. Ancak sıradanlaşan kadın cinayetleri bizim varlık sınırlarımızı bile sarsamıyor.
Simone de Beauvoir, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” dedi, ama bugün kadın yaşanmaz, ölünür noktasına geldik.
Albert Camus, “Bir insanı öldürme ile bir sineği öldürme arasında fark kalmadığında, uygarlık bitmiştir” derken toplumun kadın cinayetlerinin tekrarını kalp atışı ritmi kadar normalleştirmişse bunun nasıl bir çürümeye yol açtığını da hatırlatır bize. Bu bir bilinç olayıdır ve sana yaşamı ve yaşam tercihlerini hatırlatır, ama kadın olduğu için öldürülen kadın ölümü “bize ait bir ölüm değil”, başkasının başına gelen bir olay haline geldiği anda bilincimizi köreltir.
Erkek aklın bilincimizi köreltecek kadar kadına uyguladığı bu sistematik şiddetin doğasında ne var? Bu katil erkek tipolojisinin egemenlik karakteri nereden beslenir?
Abdullah Öcalan yapmış olduğu “kastik katil” kavramı ile toplumsal sorunsallığın binlerce yıl öncesine dayanan toplumsal yapılarla bağını kurar. Kastik katil kavramı ile bu cinayetlerin yapısal, tarihsel ve kolektif bir zihniyetin ürünü olduğunu ortaya koyar. Bu sistem, anacıl toplumun bastırılmasıyla başlar ve günümüze kadar erkek egemenliğin meşrulaştırılması, kadının toplumsal alandan dışlanarak, kapatılmasıyla gerçekleşir. Kadını eve kapatarak, onu yalnızlaştıran, onu üretimden ve toplumsal alandan dışlayan ve bu şekilde kapatılma stratejisi izleyen bu sistem kendi öldürme hakkını da bu strateji üzerine inşa eder.
Toplumun kast sistemlerine bölünmesiyle başlayan bu sistem sistematik bir erkek şiddet mekanizmasıdır. Tarihsel temeli olan bu örgütlü şiddet kadını kapatırken sergilediği iktidar pratiği ile kadını mülkleştirip, onun varlığını düzenlemek adına her türlü şiddeti de uygular. Bu sosyal mühendislik şiddeti toplum doğasını, cinsiyetler arası uyumu, anlam ve üretim temelli yaşam örgüsünü bozarak, toplumu zihinsel ve bedensel olarak tahakküm altına alan elit bir formdur. Bu form doğal olmayan bir şekilde toplumu dikeyleştirerek, kalıtsal tahakküm yaratan yapısal, sistematik ve ideolojik şiddet karakteriyle kadını, toplumu, doğayı ve anlamı hedefler.
Göbeklitepe ve etrafındaki yapıda kendini tarihlendiren bu sistem erkekliği kutsar ve erkek egemenliğin ilk büyük mitolojik anlatısını da Gılgameş ile yapar. Uruk tanrıçası İnanna’dan korkan Gılgameş kutsal evlilikten kaçarak canının bağışlanması sonucu kadın tanrıça karşısında ölümsüzleşir. Bu ölümsüzlük de erkeğin biyolojik cinselliğinin, toplumsal iktidar için kutsallaştırılması ile geliştirilir. Fallusculuk kastik katil erkeğin temel düşünce sistemi haline gelir; o bir din, silah, yasa, kalem, üniforma, bayrak haline gelir. Simgesel bir şiddet olarak kendini yapılandırır. Fallusçuluk kadın karşısında kutsallaştıkça da toplum eril tahakküm altına alınır. Erkek, kadın toplumsallığına karşı bu ideoloji ile saldırdıkça kadın kapatılır. Kapatılma stratejisini uygulayan güçlü erkek evlilik olayı ile her gün kadını öldürür. Evlilikle kutsanan aile hikayesi de eve kapatılan ve köleleştirilen kadının hikayesi haline gelir.
Kastik katil kavramı üzerinden toplumsal sorunsallıklar incelendiğinde kadın cinayetlerinin yalnızca bireysel bir suç değil, sistematik ve ideolojik bir tahakküm biçimi olduğu anlaşılır. Yapısal erkek terörü olarak gelişen kadın cinayetlerinin faili de sadece bir erkek değil, o erkekliği üreten sistemin bir bütünüdür. Kadının eve kapatılması ve kışkırtılmış erkekliğin iktidarlaşması üzerine kurulu bu sistem cinsiyet temelli bir ideolojik terör uygulamaktadır. Bu nedenle işlenen kadın cinayetlerinin bu ideolojinin sürekliliği olarak görmek, bu katliamın sürekliliğini sağlatan zihniyetin kastik katil tarihselliğinden beslendiğini görmek, bu cinayetleri hayatın olağanı kılmak isteyen aklı anlamak açısından önemli olmaktadır.
Kadının kendini dünyada temellendirmesi için neler yapması lazım? Karşımızda sıradan bir katil yok. Anlık öfke, delilikle tanımlanamayacak, bir ritüel olarak cinayet işleyen katil bir sistem var. İnşa edilmiş, taş gibi, soğuk, kadının sırtına sapladığı hançer ile her gün olağan hayatını sürdüren bu zihniyet, var olmak isteyen kadına karşı kurulan bir varlık tuzağıdır. Kadını kendi cehennemine dönüştürerek ontolojik suç işler. Bu suça son vermek için inşa edilmiş kastil erkekliği ontolojik yıkıma uğratmak ve özgürlükçü bir etik yaratımı kurmak gerekiyor.
Kastik eril zihniyetin gölgesinde; bu zihniyen ulaşmadığı ve kontrol etmediği bir yer kalmamışken Virginia Woolf, “Bir kadının yazabilmesi için kendine ait bir odasının olması gerekir.” der. Virginia eril hegemonyayı bilerek bu dünyada kadına ait ve erkeğin kontrol edemeyeceği bir oda ister. Bu oda metaforu aslında kadının varlığını sürdürebileceği bir alanın olmamasını anlatır; yaşamak ve yaşamını sürdürmek için bile kendisine ait bir yaşam alanı olmamaktadır. Bu kastik eril rejim ürettiği ve yaydığı ideolojisi ile kadını “namus”, “günah”, “fahişe”, “bilinçsiz” gibi nice pejoratif kavramlarla üretirken, kadının kendine ait bir yaşam alanının olması yetmez, ona komünal demokratik değerlerle örülü bir yeryüzü gereklidir.