Bir anneye, çocuğunun artık olmadığını nasıl söyleyebilirsin ki? Hangi kelime taşıyabilir böyle bir yıkımı, hangi ses tonu hazırlayabilir insanı o anın dehşetine? Sanki dilimiz, kalbimizin ağırlığını taşımayı reddediyordu.
Cihan Ekinci
Bu topraklarda çocuk olmak zordu ama imkânsız değildi.
Savaşın gölgesi uzanırdı üstümüze ama biz yine de sokaklarda top oynar, ip atlardık. Her patlama sesiyle irkilir, sonra yeniden oyuna dönerdik. Henüz teknoloji insan sesini susturmamıştı; telefon, bilgisayar yoktu ama keyifli sohbetlerin sesi duvarlardan taşardı. O karanlık yıllarda bile, dostluğun sıcaklığı, ekmeğin buğusu, oyunun heyecanı vardı. Ama bir gün, çocukluğumuzun orta yerinden bir sessizlik geçti: adı sendin, abim. Kimse tam olarak nereye gittiğini söylemedi. Annem sessizliğe büründü, babamın omuzları çöktü, bizse adını söylemekten korktuğumuz bir boşluğun içinde büyüdük.
Senin yokluğunla ev sessizleşti.
Annem, gülüşünü bir dua gibi sakladı kalbinde.
Her sabah kahvaltı sofrasında bir tabak eksikti ama bir gün döneceğinin umudu hep diriydi.
Yıllar geçti, umut yoruldu.
Sonra öğrendik ki sen 1998’de, o karanlığın içinde yaşamını yitirmişsin.
O haberi aldığımda, içimdeki çocuk, bir fotoğrafın altına yazılmış isimle birlikte dondu: 14 yaşında, kocaman bakan gözlerin şehitler atlasında öylece duruyordu. İçimde büyüyen boşluk bir kuyu gibi beni içine çekti; kesik anılar, yüzün, çocukluğumuz aniden birbirine karıştı. Senin gittiğin yaşta kalan o çocuk tekrar ağladı, bir anda koca evrende tek başıma kalmış gibiydim.
Ama en zoru, bu haberi anneme vermekti. Bir anneye, çocuğunun artık olmadığını nasıl söyleyebilirsin ki? Hangi kelime taşıyabilir böyle bir yıkımı, hangi ses tonu hazırlayabilir insanı o anın dehşetine? Sanki dilimiz, kalbimizin ağırlığını taşımayı reddediyordu. Göz göze gelmeye bile korkuyorduk; çünkü birbirimizin gözlerinde aynı soruyu, aynı çaresizliği görüyorduk.
Annemle babamı salona çağırdık. O kısa çağrının içinde, hiçbir kelimenin taşıyamayacağı kadar çok şey vardı. Annem gözlerimize baktı; o bakışta yıllardır biriktirdiği umut, inanç ve korku birbirine karışmıştı. Babam ağır adımlarla geldi, sanki adımlarını attıkça yerin altı biraz daha çekiliyordu. Kimse konuşmadı. Hepimiz nefes almadan oturduk.
Bu haberi vermek…
Bir kardeşin diliyle değil, bir insanın kalbinin orta yerinden konuşması gerekiyordu. Çünkü bir anneye, on dört yaşından sonra bir daha görmediği evladının artık hiç dönmeyeceğini söylemek, kelimeleri cellada dönüştürmekti. Her birimiz o anı geciktirmek için susuyorduk. Ama sessizlik de acıyı saklamıyordu; o acı odaya çökmüş, boğazımıza taş gibi oturmuştu.
Zaman o anda durdu.
Odada sadece saatin tik takları kaldı.
Zaman bile utanmış gibiydi.
Annem anlamıştı zaten ama duymak başka bir yaraydı. Kardeşimin ağzından bir anda dökülüverdi kara haber. Sonra bir annenin kalbi ikiye bölündü, bir yarısı seninle gitti. Biliyor musun abi, her kaybedilen canla insanlığımdan biraz daha eksildim. Giydiği üniforma fark etmeden, her ölümde aynı sızıyı duydum. Çünkü her ölü çocuk, her susturulmuş dil, her yakılmış köy, insanlığın biraz daha karardığı andı. Bu savaşı üreten sistem değişmedikçe, hiçbirimiz kurtulamayız. Ama siz, bu düzeni değişmeye zorlayan bir tarih oldunuz. Sizin dağlara bıraktığınız ayak izleri bugün başka bir yolun işaretine dönüştü. Ve şimdi o yolun ucunda yeni bir sabah var. Eğer bugün barışa bu kadar yakınsak, bu senin ve yoldaşlarının göze aldığı bedellerin ve en çok da anaların dağ gibi yüreklerinin eseridir. Onlar kadar olgun, onlar kadar sabırlı, onlar kadar affedici kimse olmadı. Devlet, batıyı yıllarca milliyetçilikle zehirledi. Bu zehir, vicdanın büyümesini engelledi. Ama analar her şeye rağmen “barış” dediler, “barış” diye ağladılar, “barış” diye beklediler.
Bilmiyorum şimdi nerede yatıyorsun.
Belki bir dağ yamacında, belki isimsiz bir mezarda, belki bir nehrin soğuk suyuna karışmışsın.
Ama her neredeysen huzur içinde yat abim.
Çünkü bu defa rüzgârın yönü değişiyor.
Annemin gözyaşı bu toprağı yeniden yeşertiyor.
Biz, o karanlık yılların külleri içinden, senden devraldığımız inançla yeniden doğuyoruz.
Ama bilirim ki barış sadece susmak değildir.
Gerçek barış, acının adını söylemekten geçer.
Dağlarda gömülü yüzlerce gencin akıbeti aydınlatılmalı, hakikat komisyonları kurulmalı ve en azından ailelerin bir mezarı, bir taşı, bir vedası olmalı.
Bu ülke ancak o zaman nefes alır.
Bizim kuşak, barışı mezar taşlarından öğrendi.
Artık başka çocuklar, başka kardeşler aynı acıyı yaşamamalı.
Bir gün gerçekten barış gelirse, insan sesi yeniden dağların yankısına karışırsa, bir çocuk annesinin dilinde korkmadan stran söylerse, işte o zaman senin yüzünü rüzgârda değil, bir çocuğun gülüşünde göreceğim. Belki o zaman, senin adını bir karanfil gibi toprağa değil, bir kitabın sayfasına koyacağım.
Bir halkın hikâyesiyle birlikte anılacaksın.
Yokluğun değil, uğruna yaşadığın umut anlatılacak.
Bu ülke, senin de içinde uyuduğun o toprağın altında vicdanını yıkayıp yeniden doğacak.
Acının dili bitmeyecek belki ama bir gün, artık ağlamayı bırakabilecek anneler olacak.
Seni, yokluğunun sessizliğinde; özlemle, sevgiyle ve her gün biraz daha büyüyen bir saygıyla büyütecek kardeşin…
O gün geldiğinde, dağlarda sustuğun yerden bir kuş havalanacak.
Ve o kuşun kanadında senin adın yazacak:
“Barış.”









