Türkiye’nin çok katmanlı krizine çözüm, güvenlikçi politikalarla değil; toplumu bir arada tutacak, herkesi eşit yurttaş olarak kabul eden yeni bir toplumsal sözleşmeyle mümkün olabilir
Alattin Bilgiç
“Toplum, bireylerin karşılıklı güvenle birbirine bağlandığı bir sözleşmedir. Bu sözleşme bozulduğunda, her şey çöker.”
Jean-Jacques Rousseau
İnsanlar birlikte yaşamaya karar verdiğinde, bu sadece yan yana olmak istemekle ilgili değildir. Asıl olan, birlikte yaşamanın yollarını ve kurallarını birlikte belirleyip, o kurallara güvenebilmek. İşte bu güvenin temelinin adı; toplumsal uzlaşı, toplumsal akit, toplumsal mutabakat ya da toplumsal sözleşme diyebileceğimiz şeydir. Bu, siyaset tarihinin en eski meselelerinden biridir ve sadece kafalarda kurulan bir fikir değil; toplumların hayatlarını değiştiren, yön veren gerçek bir bağdır.
Modern devletlerin doğuşunda olduğu gibi, farklı kimliklerin bir arada barış içinde yaşama isteğinde de bu sözleşme çok önemlidir. Bugün Türkiye’de ise özellikle Kürt meselesi, yurttaşlık hakları ve siyasette yeni bir düzen kurma çabası içinde bu kavram tekrar karşımıza çıkıyor. Sayın Öcalan’ın İmralı’da bahsettiği “yeni bir toplumsal sözleşme” sadece politik bir söylem değildir. Bu, mevcut sorunları derinlemesine gören ve bunlara cesur, köklü bir çözüm arayan bir demokrasi vizyonudur.
Sayın Öcalan’ın sürekli vurguladığı demokratik toplum ve demokratik ulus fikri, onun bu hayaline işaret ediyor. Burada, felsefenin önemli isimlerinden Alain Badiou ve Slavoj Žižek’e teşekkür etmesi de anlamlıdır, çünkü onlar da yıllardır dile getirdikleri “büyük paradigma değişimi” düşüncesiyle aynı yolda yürüyen düşünürlerdir.
Toplumsal sözleşmenin felsefi ve tarihsel kökleri
Ortak uzlaşı fikri, siyasal gücün halkın onayı üzerine kurulması gerektiği düşüncesinden doğar. Bu düşüncenin köklerine Platon’un Devlet’inde ve Aristoteles’in Politika’sında rastlamak mümkün olsa da, gerçek anlamda şekillenip kurumsallaşması ancak erken modern dönemde gerçekleşmiştir.
Thomas Hobbes, Leviathan adlı eserinde, insanların doğa halinde adeta birbirleriyle savaş halinde olduğunu söyler ve güvenliğin sağlanması için tüm yetkinin güçlü bir liderde toplanması gerektiğini savunur. Ona göre toplumsal sözleşme, kaostan düzenli bir hayata geçişin ta kendisidir.
John Locke ise biraz farklı bakar. Onun için doğa halinde insan, yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi temel haklara sahiptir. Bu hakları koruyacak bir devlet kurulmalı, ancak bu devlet halkın rızası olmadan var olamaz. Devlet, halkın onayını kaybettiğinde meşruiyetini yitirir.
Jean-Jacques Rousseau ise özgürlüğün ancak halkın ortak iradesi içinde mümkün olduğunu söyler: “İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.” Ona göre gerçek özgürlük, bireyin kendi koyduğu kurallarla yaşamasıdır. Bu da halkın egemen olduğu bir toplum anlamına gelir.
Bu üç düşünür, farklı bakış açılarıyla devletin yapısı, vatandaşlık hakları ve siyasal katılım konusunda çeşitli modeller sundu: Hobbes’un otoriter yaklaşımı, Locke’un liberal bakışı ve Rousseau’nun halkçı görüşü. Ancak hepsi bir noktada birleşir: Siyasal iktidar, halkın onayı olmadan meşru değildir.
Dünya uygulamaları: Barış ve sözleşme
Toplumsal sözleşme fikri, sadece anayasal teorilerle sınırlı kalmaz; tarih boyunca büyük siyasi değişimlerin bizzat pratiğini şekillendirmiştir. Mesela, 1776’da yayımlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, İngiliz monarşisine karşı halkın egemenlik talebinin güçlü bir ifadesiydi. 1789’daki Fransız Devrimi’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ise Rousseau’nun “genel irade” kavramını hukukla buluşturdu.
Daha yakın zamanda, Apartheid sonrası Güney Afrika’daki gelişmeler bunun canlı bir örneğidir. Nelson Mandela’nın liderliğinde, beyaz azınlığın ırkçı yönetimi sona erdirildiğinde, sadece bir iktidar değişikliği olmadı; toplum kendisiyle ve geçmişiyle yüzleşerek yeni bir sözleşme oluşturdu. Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, bu hesaplaşmanın temel taşlarından biri oldu. Yeni anayasa ise herkesin eşit yurttaş olduğu bir gelecek için yol gösterdi.
Bir başka örnek ise Kolombiya’dır. 2016’da hükümet ile FARC arasında imzalanan barış anlaşması, sadece silahlı çatışmayı sona erdirmekle kalmadı; sosyal reformları da kapsayan, halkın referandumuyla onaylanan yeni bir toplumsal sözleşmenin işaretiydi. Bu örnekler bize gösteriyor ki gerçek barış, sadece silahların susması değil, herkesin eşit ve hakkaniyetli bir zeminde buluştuğu siyasal düzenin kurulmasıyla mümkün olur.
Türkiye’de toplumsal sözleşmenin krizi
Toplumsal sözleşme, sadece hukuki metinlerden ibaret değildir; bir toplumun birlikte yaşama iradesini, ortak değerlerini ve geleceğe dair uzlaşmasını ifade eder. Ancak Türkiye’de mevcut sözleşme ciddi bir meşruiyet krizinin içindedir. Çünkü Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren şekillenen sözleşme, katılımcı değil, merkezden dayatılan ve dışlayıcı bir anlayışa dayanmıştır.
1924 Anayasası ile başlayan süreç, “tek ulus, tek dil, tek bayrak” ilkesiyle kurgulanmıştır. 1961 darbesi bu anlayışı güçlendirirken, 1980 Anayasası ile dışlayıcılık kurumsallaşmıştır. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler ve birçok toplumsal grup ya sözleşmenin dışında bırakılmış ya da görünmez kılınmıştır. Böylece Cumhuriyet’in kurucu metni, homojen ulus-devlet hayaliyle şekillenmiştir.
Türkiye’de resmi ideoloji etrafında şekillenen ulus-devlet modelinde, farklı etnik ve dini gruplar asimilasyona zorlanmış; kadınlar ise hayatın her alanında şiddetin kıskacına alınarak özgürlüklerinden mahrum bırakılmış ya da kamusal alandan dışlanmıştır. Farklılıkları görmezden gelen bu yaklaşım, çokkültürlü ve çok kimlikli toplumu tek tipleştirmeye çalışırken, toplumsal barışın inşası bir yana, sürekli krizlere yol açan yapısal sorunları da derinleştirmiştir.
Oysa toplumsal sözleşme, devletle birey arasında yapılan hukuki bir mutabakat olmanın ötesinde; toplumun tüm farklılıklarıyla kendini ifade ettiği, ortak yaşam alanı yarattığı siyasal ve kültürel bir uzlaşıdır. Bu nedenle yeni sözleşme talebi, yalnızca anayasal değişiklik değil, aynı zamanda zihniyet dönüşümü, toplumsal hafızayla yüzleşme ve kapsayıcı demokrasi anlayışının gereğidir.
Bu dışlayıcı akıl, Kürt meselesinin kültürel taleplerin ötesine geçerek derin ve yapısal bir siyasi çatışmaya dönüşmesinin temel nedenidir. 1980’lerde güçlenen demokratik Kürt siyaseti, mevcut sözleşmenin Kürtler açısından meşruiyetini yitirmesine yönelik güçlü bir itirazdır. Bu mücadele, sistem dışından yükselen bir “meşruiyet arayışı” olarak okunmalıdır.
Abdullah Öcalan’ın ‘Kardeşlik Hukuku’ vurgusu
Sayın Öcalan’ın yıllardır vurguladığı “yeni sözleşme” çağrısı, özellikle 2013-2015 yılları arasında yürütülen Çözüm Süreci’nde ortaya koyduğu demokratik Türkiye vizyonuyla öne çıkar. Bu vizyonda, etnik kimliklerin tanınması, yerel demokrasinin güçlendirilmesi ve kadınların eşit temsil hakkı temel ilkeler olarak yer almıştır.
Önerdiği sözleşmenin temel unsurları; siyasal katılımı esas alan demokratik ulus anlayışı, adem-i merkeziyetçi yönetim modeli, anadil ve kültürel hakların güvence altına alınması, kadın özgürlüğü ve ekolojik toplum perspektifidir. Bu yaklaşım, Rousseau’nun halk egemenliği düşüncesiyle çağdaş radikal demokrasi teorilerini buluştururken, devletin somut adım atmaması sürecin kesintiye uğramasına neden olmuştur.
Bugün yeni bir toplumsal sözleşmeye duyulan ihtiyaç, sadece mevcut siyasal sistemin tıkanmasından değil, bastırılan toplumsal adalet ve eşitlik taleplerinden kaynaklanmaktadır. Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler, işçiler, LGBTİ+ bireyler ve ötekileştirilen tüm grupların eşit yurttaşlar olarak yer alması, bu sözleşmenin vazgeçilmez koşuludur.
İmralı heyetinin son görüşmesinde şu ifadeler, bu ihtiyacın hem güncel hem de derin bir ifadesidir: “Kardeşlik hukuku üzerine yeni bir sözleşmeye ihtiyacımız var. Yaptıklarımız büyük bir paradigma değişimini gösteriyor. Türk-Kürt ilişkisi bambaşka bir hale geldi; bozulansa kardeşliktir. Kardeşler kavga eder ama biri diğersiz olmaz. Bu ilişkiyi bozan tuzakları, mayınları tek tek temizliyoruz, bozulan yolları, köprüleri onarıyoruz.”
Bu sözler, toplumsal sözleşmenin sadece hukuki ya da siyasal bir belge değil; aynı zamanda kültürel ve duygusal bir bağ olduğunu vurgular. “Kardeşlik hukuku” kavramı, Rousseau’nun kolektif irade anlayışını, Ortadoğu’nun sosyopolitik gerçeklikleriyle özgün biçimde harmanlar. “Bozulan yollar ve köprüler” ise Türk ve Kürt toplumları arasındaki tarihsel kopuşları giderme ve birlikte yaşama zemini oluşturma çağrısıdır. Bu perspektif, yalnızca devletle yurttaş arasındaki güveni değil, toplumlar arasındaki bağları da onarmayı hedefler.
Bu çağrı, ahlaki birliktelik önerisi olmanın ötesinde, yeni bir siyasal ve anayasal düzenin inşasına yönelik stratejik bir vizyondur. Bu vizyonun gerçekleştirilmesi için şu temel adımlar şarttır:
- Kurucu meclis ve katılımcı müzakere: Yeni sözleşme, dar bir elitin değil, tüm toplumsal kesimlerin temsil edildiği kurucu bir mecliste şeffaf ve kapsayıcı biçimde tartışılmalıdır.
- Geçmişle yüzleşme ve hakikat: Türkiye, Güney Afrika örneğinden ilhamla tarihsel adaletsizliklerle, özellikle Kürt halkına yönelik inkâr, asimilasyon ve şiddet politikalarıyla hesaplaşmalıdır. Bu yüzleşme, sözleşmenin etik temelini oluşturur.
- Yerel demokrasi ve katılım: Merkezî yapının yanı sıra yerel karar alma mekanizmaları demokratikleştirilmeli; özyönetim ve yerel meclisler yoluyla doğrudan halk katılımı sağlanmalıdır.
- Çoğulcu yurttaşlık: Etnik, dini, cinsel ve sınıfsal farklılıkların anayasal düzeyde tanındığı, hiçbir kimliğin dışlanmadığı kapsayıcı bir yurttaşlık tanımı benimsenmelidir.
- Toplumsal barışın inşası: Sözleşme, sadece devlet-halk ilişkisini değil; toplumlar arasındaki güveni de tesis etmeli, “köprüleri onarmak” metaforundaki somut adımları atmalıdır.
Bu şartlar sağlandığında yalnızca Kürt meselesi değil; kadın haklarından çevre krizine, dini ve ifade özgürlüklerinden sosyal adalete kadar Türkiye’nin yapısal sorunlarına çözüm bulunabilir. Böylece “yeni sözleşme” fikri, tüm toplumun ortak geleceği açısından yaşamsal bir anlam kazanır.
Yeni bir toplumsal sözleşme, çoğunluğun yanı sıra azınlıkların da onayını ve katılımını içermelidir. Demokratik bir anayasa, bu iradenin hukuki ifadesi olabilir; ancak gerçek bir toplumsal sözleşme, derin bir uzlaşma ve ortak gelecek tasavvurunun ürünüdür. Bu nedenle, devlet ve toplum geçmişle yüzleşerek, birlikte inşa edecekleri bir gelecek için adım atmak zorundadır.
Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz, yalnızca anayasal bir çerçevenin eksikliği değil; aynı zamanda tarihsel, kültürel ve ahlaki bir mutabakatın eksikliğidir. Bu nedenle, yeni bir toplumsal sözleşme inşa edilirken yalnızca Batı merkezli düşünsel gelenekleri dikkate almakla yetinilmemeli; aynı zamanda bu topraklarda geçmişte yaratılmış çoğulcu ve kapsayıcı örneklere de başvurulmalıdır. Bu bağlamda, İslam tarihinin erken dönemlerinde atılan adımlar — özellikle farklı kimliklerin birlikte yaşamasına dair en somut örneklerden biri olan Medine Sözleşmesi — ilham verici bir zemin sunabilir.
Medine Sözleşmesi: İlk çok kimlikli toplumsal sözleşme
Toplumsal sözleşmenin İslam geleneğindeki en erken örneklerinden biri, Hz. Muhammed’in Medine’de farklı etnik ve dini topluluklarla imzaladığı Medine Vesikası’dır. Bu belge, Müslümanlar, Yahudiler, müşrik Araplar ve diğer topluluklar arasında barış ve karşılıklı sorumluluğa dayalı bir çerçeve oluşturmuştur. Her topluluğun inancı ve iç işleyişi korunurken; ortak savunma, kamu düzeni ve toplumsal dayanışma gibi konularda birlikte hareket edilmesi kararlaştırılmıştır.
Medine Sözleşmesi, çok kimlikli bir toplumda adil ve birlikte yaşamanın mümkün olduğunu göstermesi bakımından, günümüz Türkiye’si gibi kimlik temelli gerilimler yaşayan toplumlar için önemli bir tarihsel ilham kaynağıdır. Her ne kadar uygulama sürecinde çeşitli sorunlar yaşanmış ve belge zamanla egemen din anlayışına evrilmiş olsa da, niyet ve kurucu ilkeler açısından dikkat çekicidir. Kimlikler arasında hiyerarşi kurmak yerine, herkesin özgürce var olabildiği bir toplumsal düzen önermektedir. Bu yönüyle, sayın Öcalan’ın “demokratik ulus” ve “demokratik toplum” kavramlarıyla düşünsel düzlemde benzerlik göstermektedir.
PKK’nin silah bırakması ve sözleşme arasındaki bağ
Bir silahlı örgütün silah bırakması, sadece askeri bir karar değil; aynı zamanda mücadelesini yeni, siyasal sistem ile yürüteceğini göstermesidir. Bu yüzden barış süreçleri, çoğunlukla yeni bir toplumsal sözleşmenin sağlanmasına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Dünyadaki örneklerde gördüğümüz gibi, silahlarını bırakan örgütlerin siyasallaşması ve resmî kurumlarda temsil bulması ancak yeni anayasal düzenlemeler ve hak güvence mekanizmalarıyla mümkün olmuştur.
Türkiye bağlamında da benzer bir durum söz konusudur. PKK’nin silah bırakması, toplumsal sözleşmenin Kürtlerin kimlik ve haklarını kapsayacak şekilde yenilenmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu süreç, aynı zamanda önemli bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Mevcut anayasa, Kürt kimliğini açıkça tanımıyor; anadilin kullanımı konusunda haklar güvence altına alınmamış; yerel demokrasi ise neredeyse her alanda dumura uğratılmış durumda. Tüm bunlar, barışın önündeki en büyük engellerden biri ve demokratik bir toplumun kurulmasını zorlaştırıyor.
Zamanı gelmiş bir zorunluluk
Toplumsal sözleşmeler, genellikle kriz anlarında yeniden sorgulanır ve şekillenir. Türkiye’nin bugün yaşadığı siyasal, toplumsal ve ekonomik sarsıntılar, yüzyıllık cumhuriyet sözleşmesinin artık işlevini yitirdiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Bu tıkanma, Kürt meselesi, dini kimliklerin dışlanması, cinsiyet temelli ayrımcılık, gelir adaletsizliği, temel hizmetlere erişimdeki eşitsizlik ve gençlerin geleceğe dair kaygıları gibi birbirine bağlı çok katmanlı sorunlarla derinleşmektedir.
Bu nedenle “yeni bir toplumsal sözleşme” talebi, artık sadece Kürt siyasetine özgü bir istek olmaktan çıkmalı; eşitlikçi, çoğulcu ve kapsayıcı bir Türkiye’nin ortak sesi olmalıdır. Çünkü bu yeni sözleşme, yalnızca Kürt sorununu çözmekle kalmayacak; demokrasi, eşit yurttaşlık ve meşru devlet anlayışının yeniden inşası için tarihsel bir zorunluluk haline gelecektir. Aynı zamanda geçmişin yaralarını onarma, yüzleşme ve toplumsal barışı tesis etme sürecini temsil edecektir. Geçmişin travmalarını telafi ederken, geleceğin çoğulcu toplumunun da temellerini atacaktır.
Türkiye’nin çok katmanlı krizine çözüm, güvenlikçi politikalarla değil; toplumu bir arada tutacak, herkesi eşit yurttaş olarak kabul eden yeni bir toplumsal sözleşmeyle mümkün olabilir. Bu sözleşme, farklı kimliklerin eşit temsiline, hakların evrensel güvencelerine ve yerel demokrasinin güçlendirilmesine dayanmalıdır.
Aksi takdirde mevcut yapı, dışlanmaları derinleştirmeye, şiddeti artırmaya ve toplumsal kutuplaşmayı büyütmeye devam edecektir. Bu bağlamda, Jürgen Habermas’ın dediği gibi: “Anayasa, sadece hukuk normlarının toplamı değil; aynı zamanda toplumsal rasyonelliğin ve kolektif iradenin dilsel bir ürünüdür. Meşruiyet, anayasanın demokratik olarak yeniden üretilmesiyle sağlanır.”
Türkiye, çökmemek için sözleşmesini yenilemek zorundadır.
Kaynakça
- Hannah Arendt (1958). İnsanlık Durumu. University of Chicago Press.
- Michel Foucault (1991). Yönetsellik. Graham Burchell, Colin Gordon ve Peter Miller (Ed.), Foucault Etkisi: Yönetsellik Üzerine Çalışmalar içinde (ss. 87–104). University of Chicago Press.
- Jürgen Habermas (1996). Olgu ve Norm Arasında: Hukuk ve Demokrasi Üzerine Söylem Teorisine Katkılar. MIT Press.
- Thomas Hobbes (1651/1996). Leviathan: Ya da Bir Dinî ve Sivil Bir Devletin İçeriği, Biçimi ve Gücü Üzerine. (Çev. Mustafa Günay). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
- John Locke (1689/1980). Hükümet Üzerine İki İnceleme. Hackett Publishing.
- Abdullah Öcalan (2011). Demokratik Uygarlık Manifestosu – Cilt II: Ortadoğu Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü. Aram Yayınları.
- John Rawls (1971). Bir Adalet Teorisi. Harvard University Press.
- Jean-Jacques Rousseau (1762/1968). Toplum Sözleşmesi. (Çev. Maurice Cranston). Penguin Kitapları.
- Murat Tekin (2020). Türkiye’de Anayasal Yurttaşlık ve Kimlik Tartışmaları. İletişim Yayınları.
- Binnaz Toprak (2005). Türkiye’de Laiklik ve Demokrasi. TESEV Yayınları.
- Ayşe Yıldız (2001). Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919–1938). İletişim Yayınları.