Tüm bu yönleriyle bakıldığında Kayyım; Kürt halkının varlık, özgürlük ve demokrasi mücadelesine yönelik çok yönlü bir saldırıdır demek yanlış olmaz. Bu nedenle özel savaş politikalarının bir parçasıdır tespitini yapmak anlamını bulacaktır
Sümeyye Boz
Türkiye’de son yıllarda, demokrasi ve insan hakları açısından kaygı verici gelişmeler yaşanmaktadır. Bu gelişmelerin en dikkat çekenlerinden biri de kayyım politikasıdır. Kayyım uygulaması; bölgedeki toplumsal, kültürel, siyasi, ekonomik ve ekolojik dengeleri derinden etkileyen tartışmalı bir konu haline gelmiştir. Bu politikalar, sadece siyasi bir müdahale olarak kalmayıp, aynı zamanda bölgedeki doğal kaynakların ve yaşam alanlarının iktidarın çıkarları doğrultusunda manipüle edilmesi anlamı da barındırdığından daha geniş bir çerçevede ele alınmalıdır. Yüzlerce yıldır sürdürülen inkâr ve imha politikaları ve bunun bir uzantısı olarak mevcut iktidarın son on yıldır devreye koyduğu, çöktürme planı şeklinde devam eden ve son sekiz yıldır/üç dönemdir uygulanan kayyım politikası; sadece bir siyasi darbe olarak değil, aynı zamanda Kürt halkına yönelik bir savaş hukuku olarak da nitelendirilebilir. Her ne kadar son üç dönemdir adı “Kayyım” olarak belirtilse de aslında tarihsel anlamda Osmanlı’dan cumhuriyete, oradan da günümüze uzanan bir geçmişi olduğunu belirtmekte fayda var. Şark Islahat Planı ve Umumi Müfettişlikler dönemindeki merkeziyetçi politikalar, günümüzdeki kayyım atama politikalarıyla benzer amaçlar taşımaktadır çünkü. Kürt nüfusunun yerel yönetimlerini ve kimliklerini zayıflatmak, merkezi hükümetin denetimini artırmak ve güvenlikçi yaklaşımlarla halkı kriminalize etmek ve asimilasyonu hayata geçirmek bunlardan bazıları. Her iki dönemde de yerel halkın iradesine müdahale edilerek, egemen devletin otoritesi pekiştirilmiş, kolonyalist yaklaşımlarla Kürt kimliğinin baskı altına alınması, bölgede yaşayan Kürtlerin Türkleştirilmesi hedeflenmiştir. Bu ilişkiler, tarihsel olarak benzer stratejilerin nasıl süreklilik arz ettiğini ve kayyım uygulamalarının aslında daha uzun bir geçmişe dayandığını gösteriyor. En somut örneği ise Kürtçeye yönelik tutumlarda görülür.
Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi, Umumi Müfettişlikler döneminde de Kürtlerin kendi dillerini kullanmalarına yönelik baskılar artmıştır. Özellikle tek dil, tek kültür politikaları çerçevesinde egemen kültüre entegrasyon zorunluluğu dayatılmıştır. Bu süreç, Kürtçe’nin yasaklanması, Kürtçe yayın ve eğitim faaliyetlerinin engellenmesi gibi uygulamalarla pekiştirilmiştir. Kürt köylerinin isimleri değiştirilmiş, yerel gelenekler ve kültürel unsurlar sistematik bir şekilde yok edilmeye çalışılmıştır. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemi uygulamaları, Kürtlerin dil ve kültürlerini büyük ölçüde kaybetmelerine yol açmıştır. Günümüz kayyımlarının da Kürtçe tabelaları indirmesi, Kürtçe park ve sokak isimlerini değiştirmesi, Kürtçe eğitim veren kurumları kapatması, Kürtçe trafik uyarı yazılarını silmesi bu aklın devam ettiğini kanıtlar niteliktedir.
Tüm bu yönleriyle bakıldığında Kayyım; Kürt halkının varlık, özgürlük ve demokrasi mücadelesine yönelik çok yönlü bir saldırıdır demek yanlış olmaz. Bu nedenle özel savaş politikalarının bir parçasıdır tespitini yapmak anlamını bulacaktır. Ancak bugün konuyu biraz daha kültür bağlamında ele alıp, kayyım politikasının Kürt toplumuna etkilerini, politik antropoloji ve sosyal antropoloji bağlamında kısaca değerlendirmeye çalışacağım.
Kayyım politikasının toplumsal yapılar üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. Zira kayyım, Kürt halkının demokratik taleplerini bastırmak ve siyasi temsilini zayıflatmak için kullanılan bir stratejidir. Seçilmiş yerel yöneticiler yerine kayyımların atanması, sadece bir siyasi müdahale değil, aynı zamanda toplumun sosyal dokusuna yönelik bir saldırıdır da. Bu politika, yerel yönetimlerin halkla kurduğu güçlü bağları koparmayı ve toplumun kendi kendini yönetme kapasitesini zayıflatmayı amaçlar.
Kürtler, tarihsel olarak güçlü bir toplumsal dayanışma kültürüne sahiptir. Yerel öncüler; toplumsal ilişkilerin, kültürel değerlerin ve dayanışmanın birer temsilcisi olarak önemli bir rol oynar. Kayyım uygulamaları ise bu öncüleri devre dışı bırakırken, toplumun dayanışma ağlarını da zedelemektedir. Sonuç olarak, sadece siyasi bir müdahale değil, aynı zamanda toplumsal bir mühendislik girişimidir. Ve bu da konunun demografik ve politik antropoloji yönüne dikkat çekmeyi gerekli kılar.
Politik antropoloji, devletin ve egemen siyasi yapıların güç kullanarak toplumsal düzeni nasıl şekillendirdiğini inceler. Bunu yaparken de devlet olmanın verdiği yetkiyi, halkların ve yurttaşın yararına değil de gücü elinde tutmak ve iktidarını devam ettirmek için özellikle öteki olarak konumlandırdığı bir kesimin yok sayılması için araçsallaştırarak nasıl kullanışlı hale getirdiğini sorgulamakla başlar. Kürt toplumunun siyasi taleplerini bastırmak amacıyla kullanıldığı düşünüldüğünde; bu tür politikaların toplum içinde nasıl bir güç dengesi ve siyasi karşıtlık yarattığını anlamak önemlidir. Anlaşılacağı üzere amaç, Kürt halkının kendi seçtiği temsilcileriyle yönetilmesi yerine, merkezi hükümetin kontrolündeki atanmış kayyımlar aracılığıyla, merkezi otoritenin yerel yönetimler üzerindeki kontrolünü ve bölgesel yönetimi ele almaktır. Zira belediye binalarını çevreleyen kolluk kuvvetlerinin seçilmiş eş başkanlara sözlü tebliğinde kullanılan “Belediye’ye el koyduk!” söylemi gerçekleşenin darbe pratiği olduğunun itirafı gibidir. 80’lerde haber programlarında duyduğumuz, gazete sayfalarında okuduğumuz: “Ordu yönetime el koydu.” ifadesinden farksızdır.
Bu durum, geçmişte olduğu gibi bugün de toplumsal yapıyı derinden etkilemektedir. Kayyımlar, sadece yönetim işlevlerini yerine getirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun kültürel ve toplumsal kimliğine dair önemli bir değişim yaratır. Seçimle işbaşına gelmiş yerel öncülerin yerine atanan kayyumlar, halkın kendi iradesini yansıtmayan, merkezi otoritenin dayattığı bir yapıyı oluşturur. Bu da toplumsal karşıtlıkların derinleşmesine ve halk arasında kutuplaşmanın artmasına neden olur. Bu değişimler politik ve ideolojik saiklerle yapılıyorken toplumsal ve sosyal boyutta da birçok değişimi hedefler. Tam burada sosyal antropoloji perspektifiyle durumu kısaca da olsa ele almak daha anlaşılır kılmaya yardımcı olacaktır.
Sosyal antropoloji, kültürel ve toplumsal yapılar arasındaki etkileşimleri ve bu yapıların nasıl değiştiğini inceler. Kayyım politikası, Kürt toplumunun kültürel kimliğini tehdit eden bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Antropolojik açıdan bakıldığında, bu politikanın Kürt halkının kültürel kimliğine ve değerlerine yönelik etkileri incelenebilir. Kürt halkının kültürel mirası, gelenekleri ve sosyal dokusu, yerel yöneticiler aracılığıyla korunur ve yaşatılır. Kürtlerin tarih boyunca sahip olduğu kültürel miras ve kimlik, kayyım politikasıyla birlikte tehdit altına girmekte ve asimilasyon politikalarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bu açıdan yerel yönetimler ve seçilmiş kişiler, öncüler; toplumun sosyal dokusunun ve kimliklerinin bir yansımasıdır. Kürt halkının seçtiği belediye eş başkanları, sadece bir siyasi figür olmanın ötesinde, Kürt kültürünün ve toplumsal değerlerinin bir ifadesi olarak görülmelidir. Onlar; ait olduğu toplumun değerleri, normları ve pratikleriyle sıkı bir ilişki içindedirler. Bu sebeple, kayyım atanması sadece bir siyasi müdahale değil, aynı zamanda Kürt toplumunun kendine özgü siyasi yapılanmasına ve kimliğine, kültürüne sosyal organizasyon modellerine yapılan bir saldırıdır şeklinde okunmalıdır. Zira kayyım atamaları, bu kültürel yapıları yok sayarak, Kürtlerin kimliğini silme amacı güder.
Baktığımızda kayyımların, genellikle kültürel anlamda dışlanmış ve “öteki” olarak görülen bir kesime atandığı göreceğiz. Bu, Kürt halkının kültürel ve toplumsal kimliğini tehdit etmekte ve asimilasyon sürecini hızlandırmaktadır. Toplumların kimliklerini ve kültürlerini koruma hakkı, modern demokrasilerin temel ilkelerindendir. Kayyım politikası ise, bu temel ilkeleri ihlal etmekte ve Kürt halkının kültürel varlığını yok saymaktadır. Bu yönüyle kayyım politikası ile kültürel asimilasyon arasında azımsanmayacak ölçüde güçlü bir korelasyon vardır.
En basit tanımıyla asimilasyon, bir toplumun kültürel kimliğini, geleneklerini ve değerlerini kaybederek, daha baskın bir kültür tarafından şekillendirilmesi sürecini ifade eder. Bu süreç genellikle egemen bir gücün baskısı altında gerçekleşir ve bazen alenen gerçekleşirken bazen de -özellikle son yıllarda- daha inceltilmiş şekilde zuhur eder. Bu durum özel savaş politikalarının bir boyutu olarak da ele alınmaktadır. Özel savaş konseptinin devamı olarak yorumladığımız kayyım atamaları, Kürt halkının kendi özgün kimliğini savunma kapasitesini zayıflatmayı amaçlarken, aynı zamanda kültürel çeşitliliği engeller ve toplumsal hegemonik homojenleşmeyi teşvik eder, ki bu kolonyalist yaklaşımların şekillendirdiği tekçi tutumla paralellik gösterir. Kaldı ki bu tek dil, tek millet, tek din gibi tekçilik endeksli, mevcut tek adam yönetimindeki iktidarın tutumuyla özdeşleşmektedir.
Benzer şekilde, kayyım ve asimilasyon, her iki olgu da toplumsal değişim dönüşüm süreçlerinde kullanılan stratejiler olarak karşımıza çıkar. Kullanılan güç dinamiklerine göre bir toplumsal manipülasyona/sosyal dayatma politikasına işaret eder. Bu yönüyle her iki politika da toplumların kimlikleri üzerindeki etkileri nedeniyle tartışılmaya ve reddedilmeye ihtiyaç duyar. Zira bu durumlar, kültürel çeşitliliği engeller, toplumsal huzursuzluğa neden olur, inşası mümkün bir toplumsal barışı yok eder ve uzun vadede sosyal ve siyasi istikrarsızlığa yol açar. Dolayısıyla, bu olguların incelenmesi, toplumsal dinamiklerin ve güç ilişkilerinin anlaşılmasına katkı sağlar.
Ayrıca kültürel asimilasyonun en önemli göstergelerinden biri, yerel halkın seçme ve seçilme hakkının elinden alınmasıdır. Kayyımlar, halkın iradesini yansıtmayan yönetim biçimleri olarak, kültürel ve toplumsal yapıyı dönüştürmeye çalışır. Kürt illerinde yerel güç olarak Kürt temsiliyetinin varlığını, seçmenlerin büyük farklarla DEM Parti’yi tercih ettiklerini yansıyan seçim sonuçlarına bakarak da görebiliriz. Bu açıdan kayyım politikası, Kürtlerin siyasi temsilini, demokratik taleplerini bastırmayı amaçlamaktadır da diyebiliriz. Bu nedenle Kürt toplumunun özgünlüğüne ve kimliğine yapılmış bir saldırıdır. Yerel yönetimler, halkın doğrudan katılımıyla işleyen, merkeziyetçi devlet yapılarının aksine demokratik ve eşitlikçi bir yapılanmayı temsil ederler. Bu bağlamda, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve halkın kendi işlerini kendisinin yönetmesi, demokrasinin ana hedeflerinden biridir. Çeşitli etnik, dini ve kültürel grupların kendi kendini yönettiği, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum modeli olarak DEM Parti’nin hayata geçirmek istediği yerel yönetim anlayışına ve demokrasi umuduna dönük bir saldırıdır da aynı zamanda.
Buradan hareketle, önceden de belirttiğimiz gibi; özellikle Kürt halkının seçme-seçilme hakkının gasp edilmesi ve yerel yönetimlerine kayyım atanması, demokratik süreçlere yapılan bir siyasi darbe olarak nitelendirilmelidir. Konuya; siyasi süreçlerin toplumsal yapıya etkisini inceleyen bir alt disiplin olan Siyasi Antropoloji açısından bakıldığında da benzer tablo karşımıza çıkar. Kayyım atamaları, Türkiye’deki demokratik süreçlerin yok denecek kadar az olduğunu ve siyasi yapılanmanın ne kadar zayıf olduğunu gözler önüne sermektedir. Ülkenin içerisinde bulunduğu çoklu krizlerle başa çıkamadığını gösterdiği gibi halkı, yarattığı siyasi algılarla konsolide etmeye çalıştığını göstermektedir. Siyasi müdahalelerin ve otoriter rejimlerin bir göstergesi olan kayyım politikasının; demokratikleşme sürecini ve siyasi istikrarı olumsuz etkilediği hatta demokratikleşme süreçleri içinde sadece Kürtler için değil tüm Türkiye halkları açısından çok ciddi bir tehdit olduğu ifade edilmelidir. Çünkü sadece Kürt halkının değil, tüm Türkiye’nin kültürel çeşitliliği ve toplumsal barışı için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bilinmelidir ki Amed’deki Muş’taki bir kürdün iradesi ve siyasi temsiliyeti ile İstanbul’daki ve İzmir’deki bir yurttaşın siyasi iradesi ve temsiliyeti arasında fark yoktur.
Kürtler, Türkiye’deki en büyük etnik gruplardan biridir ve tarih boyunca çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır. O zorluk ve saldırılardan biri olan bu politikalar, Kürtlerin ötekileştirilmesini pekiştiren bir mekanizma olarak da iktidar tarafından işlevsel hale getirilmeye çalışılıyor. Kürtler, sıklıkla terörle ilişkilendirilen ve dışlanan bir grup olarak tasvir edilmektedir. Bu da toplum içinde ayrımcılığın ve dışlanmanın artmasına neden olmaktadır. Hatta ve hatta toplumsal barışın sağlanması yolunda; Kürtler, öncüleri, temsil edildiklerine inandıkları siyasi partilerle temas kuran, uzlaşı sağlayan her yapı ve oluşum da bu dikotomik tutumdan nasibini almaktadır. Ve bu tutum iktidarın en üst düzey kişilerince yapılarak halklar arasında kutuplaşmanın derinleşmesine ne yazık ki hizmet etmektedir. Yani iktidar eliyle Kürt halkı da siyasetçisi de temsilcisi de kriminalize edilirken, Esenyurt’ta olduğu gibi toplumun tüm farklılıklarının kent uzlaşısıyla seçtiği belediye yöneticileri ve seçimden galip çıkan partiler de aynı akıbete uğruyor. Belediye eş başkanları ve başkanlar hakkında uydurma davalar açılıyor, cezalar veriliyor ve cezaevine atılıyor. Ne var ki tarih de bunu defalarca göstermiştir ki tüm bu saldırılar, Kürtlerin kültürel direnişini ve kimliklerini koruma mücadelesini daha da güçlendirmektedir.
Tüm bu yaklaşımların karşısında Kürtler hep birlikte eşit yurttaşlık temelinde gerçek bir demokrasi ve özgürlük mücadelesini sürdürmeye devam edeceklerini belirtmişlerdir. Kayyım atamaları, Kürtlerin kültürel direncini daha da güçlendirmiş, özgürlük taleplerini büyütmüş ve seçilmişlerini sahiplenme iradesini yükseltmiştir. Tıpkı Van’daki teşebbüsün toplumsal sahiplenme ve halkın direnişi ile geri püskürtülmesinde ve Batman’da, Dersim’de olduğu gibi. Yeniden ifade edecek olursam yüzyıllardır süren/sürdürülen inkâr ve imha politikalarının ne yazık ki bir devamı olduğunu ispat eden kayyım politikası; bu mücadelenin daha geniş bir demokratik taleple birleşmesine, halkların siyasi temsil hakkını savunmasına, kültürel varlıklarının korumasına ve toplumun direniş potansiyelini artmasına vesile olurken öte yandan kayyım politikalarının yıkıcı etkilerini de görünür kılmıştır.
Sonuç olarak, kayyım politikası, Kürt halkının kültürel, toplumsal ve siyasi kimliğine yönelik ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Ancak bu politika, Kürt halkının direncini de güçlendirmekte ve özgürlük mücadelesini pekiştirmektedir. Türkiye’deki demokratikleşme süreci için en önemli adım, halkların kendilerini özgürce ifade edebilmesinin ve kültürel çeşitliliğin korunmasının sağlanması ve halkların kendi kendini; tanınmış statü, kimlik, dil ve inanç haklarıyla yerel, yerinden yönetmesiyle sağlanır. Bu da toplumsal barış adımlarının atılmasını zorunlu kılar. Bunun için bir yandan muhataplara çağrı yaparken öte yandan tecridin devam etmesi ve kayyım politikalarının sürdürülmesi iyi niyetli yaklaşmayı zorlaştırmaktadır. Bu çelişkili tutumdan vazgeçilmeli ve bir an önce toplumsal barışın önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.