“Özgürlük her zaman başkasının özgürlüğüdür”.
Rosa Luxembourg
Anayasanın ikinci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”, deniyor. Aslında geride kalan dönemde bunların hiçbirinin reel bir varlığı olmadı… O anayasayı kim, kimlerin hesabına yaptı? Resmî binaların ön cephesine, sınır kapılarına, resmi kağıtlara cumhuriyet yazmakla bir ülkedeki rejim cumhuriyet olmuyor. Zira, cumhuriyet, halk iradesinin tecelli etmesini varsayar… Laik bir ülkede devletin göbeğinde ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ diye devasa bir kurum olmaz… Laiklik, dinin siyaset alanının dışına çıkarılmasını varsayar… Siyasi partiler var, dört-beş yılda bir seçim yapılıyor diye de demokratik olmaz…Türkiye’de siyasi partiler egemen sınıfların (mülk sahibi sınıfların), hizmetinde ‘devlet partileridir’… Gerçek bir temsil söz konusu değildir… Elbette halkı temsil etme iddiasında olan partiler de var ama onların önü kesiliyor, etkisizleştiriliyorlar… Seçimler kitleleri aldatma, oyalama araçları olmanın ötesine geçemiyor… Tabii hukuk devleti söyleminin de reel bir karşılığı yok… Hukuk devletinde ‘kayyım’ diye bir şey olmaz… Seçimler yok sayıldığında halk iradesi de yok sayıldığı için…
Türkiye’de ana okulundan üniversiteye dayatılan eğitim, yalan, tahrifat, yok saymaya dayalı bağnaz resmî tarih ve resmî ideoloji çocukların, gençlerin bilincini köreltiyor… Oysa, bizi kurtaracak olan radikal eleştiridir… Aksi halde önümüzü görmemiz, yolumuzu bulmamız mümkün değildir…
15 Temmuz ‘darbe girişiminin’ ardından çıkarılan 674 sayılı KHK ile 159’u Kürt illerindeki belediyeler olmak üzere, 164 belediyeye kayyım atandı… Sıra İstanbul’a gelinceye kadar hiçbir kayda değer tepki olmadı… Eğer ilk kayyım atamasına etkili bir tepki gösterilseydi, onca zamanda onca belediyeye kayyım atanır mıydı? Bir tepki olmadı zira bizde asıl kayyım bilinçlere atanmış olandır… Türkiye ‘bilinci kayyımlanmış’ insanların yaşadığı bir ülke… Daha önce de yazdığım gibi, rejim kazanılmış haklar temelinde değil, verilmiş, bahşedilmiş haklar üzerinde varlığını sürdürüyor. Aslında yerlerde sürünüyor demek daha doğru…
Boğaziçi Üniversitesine kayyım ‘rektör’ atandığında 78’i özel, 209 Üniversite’nin hiçbirinden tek bir tepki oraya koyan olmadı… Eğer üniversiteler, tevatür edildiği gibi, ‘özgür düşüncecin yeşerdiği, sınırsız tartışmanın mümkün olduğu adına layık kurumlar ‘bilim yuvaları’ olsalardı, Boğaziçi Üniversitesine kayım atanması karşısında sessiz ve tepkisiz kalırlar mıydı?
Bizde ortalama üniversite üyesi bilinci ‘memur bilincidir’… Üniversiteler herhangi bir devlet kurumundan farklı değillerdir… Eğer tevatür edildiği gibi olsalar Türkiye bugün yerlerde sürünür müydü? Elbette bu başka ülkelerdeki üniversitelerin matah bir şey oldukları anlamına gelmez… Son tahlilde üniversiteler sömürü düzenini yeniden üreten kurumlardır. Bizdeki üniversiteler Batı’dakilerin ‘kötü kopyaları sadece…’
Kişisel bir anekdot şöyle: ‘Paradigmanın İflası’ kitabıma açılan davada ceza kesinleşip, hapishane yolu göründüğünde ve Üniversite’den kovulduğumda, asistanlarımızdan ikisi hemen kısa bir protesto bildirisi yazıp, imzaya açıyorlar… Hocalardan biri “ben bu bildiriye imza atmam, devlet ceza verdiğine göre bir bildiği vardır” mealinde şeyler söylüyor… Aslında o üye bir istisna değil, üniversite ortalamasını temsil ediyor… Elbette gerçek bir üniversiteye yakışan üniversite üyeleri var ama sayıları çok değildir… Bir üniversite üyesi ne yapar? Ders verir, makale-kitap yazar, konferans verir, tartışmalara katılır… Fikret Başkaya asıl işi olanı yapıyor ama cezalandırılıyor… Bunun fırıncıyı ekmek pişirdi diye cezalandırmaktan ne farkı var? Oysa, herhangi bir kuruma bir saldırı olduğunda önce o kurumdan, sonra da başkalarından ve toplumdan da bir tepkinin yükselmesi gerekir…
İşte, Özgür Üniversite’yi boşuna kurmadık… Bizi kurtaracak olan özgür düşüncedir, radikal eleştiridir…. Önümüzü görmemizin, yolumuzu bulmanın başkaca bir yolu yoktur…
Merdan Yanardağ neden tutuklandı, TELE 1 televizyonuna neden kayyım atandı… Asıl işini, mesleğinin gereğini yaptığı, meslek haysiyetine sahip çıktığı için değil mi? Asıl işini yapanın apar-topar hapse atılması, televizyona da kayyım atanması utanç verici değil mi?
Ya ‘kayyım gazeteciye’ ne demeli? Oraya kayyım atanan da bir gazeteci… Oysa, gazeteci asıl misyonuna, varlık nedenine ihanet ettiğinde, artık gazeteci değildir… Gazeteci namussuz olamaz, namussuzsa gazeteci değildir… Zira, gazeteci geçeğin haberini verendir…
Maalesef Türkiye tam bir etik yozlaşma, ahlâkî çürüme manzarası arz ediyor… Artık değer ölçüsü diye bir şey yok…









